Çarşamba, Temmuz 14, 2010

Don’t you let me go Baby don’t you let me down

1 teşebbüs

uzun zamandır dizi izlemiyorum,bırak bağlanmayı..
aslında istiyordum sonraki bölümünü merak edeceğim bir dizim olsun,sonunu tahmin edeyim,kötü karakterlerine kızıp iyilere işte bu diyeyim.
çocukluktaki gibi anahaber sonrası 20:45de başlayan bir dizi hayal edecek kadar hayalperest değilim,en azından günün herhangi bir saatinde evet şimdi uygun izlemeliyim demeyi istiyordum.
dizilerin çoğuna cesaret edemiyorum.4 sezon uzun bir süremi alır ya da bir yerden sonra yarım bırakmam gerekebilir.bu yüzden artık ümidimi kaybetmiştim.
birgün bir arkadaşım elime bir dvd verdi ve:
-çok şirin bir dizi,izlemelisin.
-konusu ne,ne yapımı?
-kore yapımı,çok şeker birşey ya.
kore yapımı film önyargısını daha önce a moment to remember'la kırmıştım.hollywood filmleriyle büyüdüm,arada romantik fransız filmleri ya da hollywood özentisi Türk yapımı filmlerini izledim.uzak doğu filmlerini pek bilmem jackie chan bile uzak geliyor bu yüzden.bu diziden bahsederken yüzünde oluşan tatlı tebessüm izleme konusunda tereddüt etmememi sağladı.insanların son zamanlardaki itici kore hayranlığına rağmen..
-yalnız ben dizi takip edemiyorum uzun süre.
-her biri 1 saatten 16 bölüm.
işte bu tam olarak istediğim şeydi.
dvdyi aldıktan sonra yaklaşık her gün başladın mı diye sordu.ama ben bir türlü başlayamıyordum.ve bir hafta sonra başlayabildim.
ilk bölümlerinin çok eğlenceli olması diziye devam edeceğimin bir belirtisiydi.o çekik gözlü insanlar inanılmaz sevimli olmayı nasıl başarabiliyorlar çözemiyorum.
4. bölüme kadar bir hayli eğlenip güldüm,sonra geldik 4.bölümün sonuna.
ağlıyor muyum?hayır ben film izlerken ağlayamam,nasıl ağlayabilirim ki onlar senaryo gerçeklik payı düşük.tamam tamam bildiğin ağlıyorum.
bazı insanlar izlediği her filmde ağlayacak bir sahne bulur.ben genellikle gerçek dışı şeyleri yeterince önemseyip ağlayamam yalnız başıma izliyorsam,sürü psikolojisiyle belki..ve bu çok kere konu olmuştur. duygusallığımı bile akılla kontrol ettiğim söylenir :)
yalnız kendimde farkettiğim bir özellik yaşlılar ölürken ya da acı çekerken hiç düşünmeden kendiliğimden ağlıyorum.
aslında kendime haksızlık etmemelyim,gayet ağlıyorum.sadece diğer insanlarla kıyaslanınca az görünüyor sanırım.
neyse bu öyle 5. bölümden başladı ve 15.bölüm de dahil her an ağlayacak birşeyler bulabildim.
16.bölüm açlmadığı için internetten izlemeye başladım ama çok fazla takıldı.hayır bu son bölümü bu şekilde ziyan etmemeliyim.
son 5 bölümdür bitmeye yaklaştığı için oldukça üzgünüm.bir daha bir diziye böylesine bağlanabilir miyim?bağlansam bile onun yerini tutar mı?
dizide kullanılan müzikler farklı bir heyecan veriyor bana.aslında oldukça basit müzikler..
senaryo da bildiğin yeşilçam senaryosu pek bir orjinalliği yok.romantik komedi filmde ayrıntılar çok önemli.daha önce izlediğim kore filmlerindeki gözlemlerimde ince ayrıntılarla senaryoya etkileyicilik katıyorlar e ben de etkileniyorum.
bize çok benzettim.büyüklere verdikleri değer,sevimli kıskançlıklar,bağlılıklar..ama kötü karakterleri bizimkilere göre bir hayli iyi kategorisinde kalıyor.
bu işi açıklığa kavuşturup dizinin ismini söylemeliyim sanırım artık.onun adı; MY GIRL.2006-2007 yapımı olmasına rağmen Kore teknolojisi gerçekten çok ilerde.
hiçbir aksiyon ve mantıksal örgü söz konusu değil.olay örgüsü itibariyle orjinalliği de olmayan bu dizi beni oldukça etkisi altına aldı.son bölümü izlemek istiyorum ama bitince ne olacak..
en çok Seol Gong Chan karakterini beğendim.verilen psikoloji çok iyiydi ve oyuncu Lee Dong Wook bunu çok güzel taşıyabilmiş.
joo Yoo Rin karakteriyle Lee Da Hae de çok sempatikti.
Gong Chan gururlu ve karizmatik bir işadamı,Yoo Rin ise babasıyla sokaklarda yalanlarla büyümüş kendi kendine başının çaresine bakmaya çalışan bir kız.ünlü bir tenis şampiyonu eski sevgili,çapkın bir arkadaş,hasta bir büyükbaba ve onun kaybolan torunu..ve sonra olayların ve onların değişim süreçleri.
yani gayet basit bir senaryo ama olay küçücük ayrıntılarda gizli.
şuan biteceği için çok üzgünüm.tekrar izlemek de hiç tarzım değildir ki..
ve son olarak asansörden inerken nefesini tutarsan dileğinin gerçekleşeceğine kim inanır ki? :)
Continue reading →

ben bir ikizlerim

2 teşebbüs

blogun tasarımını içime sindiremedim sanırım.
ya da değişiklik olsun istedim.
şablonundan ismine hatta adresine kadar birçok şeyle oynadım.
ve sonuç olarak eski yorumlar silindi.
mükemmelliyetçilik...
mükemmele ulaşmak zordur.
fazla değişimci de olmamalı herhalde.
değişiklik sabit birşeylerin üzerine yenilerinin eklenmesiyle güzeldir,eksilmesiyle değil.
Continue reading →
Salı, Temmuz 06, 2010

Ah şu eller, eller ellerr..

4 teşebbüs


Kültürümüzde elin yeri çok önemli.Çocukluktan başlar el temizliği,bakımı.Dışarıdan girer girmez banyoya yönlendirilir çocuklar.yemekten önce ve sonra emin olunana kadar yıkayıp yıkamadığı sorulur.Tırnaklar sık sık kontrol edilir
temiz mi diye.Yetmez törpü kullanılır.Bayanlar manikürden vazgeçemez.Çeşit çeşit el kremleri kullanılır,sabah ayrı gece ayrı.Önemlidir el zerafeti temsil eder hem bayanda hem erkekte.
Görüntüsü kadar işlevi de önemlidir elin.Çok küçükten başlar el alıştırmaları;legolar ve oyun hamrlarıyla.Kızlar el becerisi kazanmak için kurslara gönderilir;dikiş nakış,resim,ebru,cam sanatları gibi..Küçük erkeklerde durum biraz daha farklıdır.İnce iş becerisine gerek olmadığı için
olay biraz da tercih meselesidir.Tabi her zaman için beceri kazananlar bir artıyla başlar.
Parmak uzunlukları karşılaştırılır.En uzun olan filenin protokol bölümüne geçmeye hak kazanır,voleybolda.Basketbol topu da el boyutunu önemser.
Örgü,oya,nakış işlerinde hız ölçümleri yapılır.En hızlı olan becerisinin haklı gururun yaşar.
Her uzuvun yeri ayrıdır ama el bambaşkadır.Sevgi damarı da iki parmak arasındadır.Zor anlarında elinden tutan olur en kıymetlin.
Bir diş hekimi adayının kuşkusuz en büyük sermayesi elleri. Sermaye değerinin düşmemesi için de dikkat etmeli.Yakmamalı,kesmemeli,burkmamalı..İyi bakmalı,sahip çıkmalı kısacası.
Protezin ilk temel maddelerinden biri olan mumun da işlenebilmesi için ateş denen el epiteli için çok tehlikeli madde şarttır.en başta "uff,yandım" söcükleri çok kez duyulurken bir süre sonra
mecburi bir alışma yaşarsın,hem psikolojik olarak hem de derin hissizleşir.
Kullandığımız mumların iki çeşidi var.Biri plaka mumlar,diğeri de ekzotermikliği daha yüksek bir maddeden olan renkli mumlar.Tabi biz bu ekzotermikliği değişen mumların etkisinin de değişeceğini hesaplayamıyoruz başta.
Hissizlik aynı hissizlik..
Plaka mumlar damladığında eline küçük çaplı kafaya takılmayacak yanmalar olur,duruma alıştıktan sonra.Bu yüzden yanmaktan pek korkmazsın.Ama kasdettiğim son 10 dk dedikleri zaman mum yerine elini ateşe tutmak değil.O vakitlerde
kazanmış olduğun hissizlik yeteneği işe yaramıyor,gözlemlerime göre.
Bir de olayın renkli mum damlama boyutu var.Bu öyle bir acıdır ki içten içe sızlatır insanı.Geçer nasıl olsa diye, sen düşünmeyip ilgilenmedikçe benliğini eline geçirir ve bütün hücrelerin oraya yönelir.Sonuçta su toplayan elinle
"yapmıyorum lanet olsun" bile dedirtebilir insana.Farklıdır yani bu acı bir defa bu duruma düşen asla hissizlik yeteneğine güvenemez.
Voleybol,bowling hatta tenis bile tehlikelidir.Herhangi bir sakatlık durumunda "olamaz yarın n'apcam laboratuvarda" diye düşünmek zorunda kalırsın.Hatta bazen daveti reddetmek zorunda kalabilirsin.
Ve tabi sırada mutfak kazaları.Yağda kızarmak,kızgın fırının tavanına bu değerli uzvu yapıştırmak,bıçak darbeleri...Mutfak büyük bir tehlike.Sakınılan göze çok batar ilkesinen yola çıkarak talihsiz serüvenler dizime bir yenisi eklendi.Henüz yeni sıcağa maruz kalıp yanan
elim yeni yeni kendine gelirken-ki bu yanıkları önemsemiyorsun-keskin bir bıçak kemiğe fena dayandı.Akan kanı durdurmaya çalışırken 2 farklı boğumundan da aktığını farkettim.Bıçak sekme yapmış;baş parmağın bir boğumunun derisini kaldırıp,
diğer boğumun kemiğine kadar ilerlemiş.Uzun süre durduramadım kanı,baya baya canımı acıttı.
Ve bunu ilk söylediğim kişiden "hiç dikkat etmiyorsun eline,onlar senin ekmek kapın" tepkisini aldım.
Ama şimdi ben de o acıyı çekerken bunları düşünmedim değil :)
Continue reading →
Pazartesi, Temmuz 05, 2010

twitterlılaştıramadıklarımızdanmısınız?

3 teşebbüs

Bir hayran Gülben Ergen'in twitter hesabından
"uc cocuk, yogun bir kariyer, kosturma, hemde hep guzel hep guzel.sonucunda nasil yorulmuyorsunuz??? Bu isin bir sirri var mi? :)"
cevap gelmiyor.bir daha
"simdiki genclik sizin basardiklarinizin 10'da 1'ini basarmaya calisirken yoruluyor! nedir bu isin sirri? ltf aciklayin! :) ipucu?!!"
Gülben Ergen'den cevap:
"Allah'a sımsıkı sarılmak ama sımsıkız"
Bir an için twitter açıp Gülben Ergen takipçisi olmak istedim nedense.
Continue reading →
Pazar, Temmuz 04, 2010

cemal süreyya

0 teşebbüs
Ankara,
En iyi kalpli Üvey ana,
Bu şehri bu kadar yalın anlatan başka bir şey olamaz sanırım.
Sorumluluklarını bilen, asla kötü davranmayan ama sonuçta bir üvey ana
olan Ankara.
Bu şehirde insanlar bekler. Emekliliği, askerin bitmesini,
rüşvetin gelmesini, gönderdiğiniz evrakın cevaplanmasını , suskun devletin
konuşmasını beklerler.
Taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir
bekledikleri hayattır. Belki denizi görselerdi beklemezlerdi.
Denizi su sanırlar.
Suyu görmek için göllerin kıyısına gidersiniz ama su ufka uzanmaz.
Bir suyu deniz yapan ufuk yoktur Ankara'nın göllerinde.
Oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi
gökyüzüyle birleşmesi.
O vaatker ufuk çizgisi, o nasıl güzeldir.
Her zaman ötelerde bir şey olduğunu fısıldayan o şehvetli çizgi.
İnsanlar Ankara'da beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.



İstanbul'da
ise durum daha vahimdir.
Hayat sanki bir adım ötede duruyor gibidir.
Doğruya doğru, dünyanın en güzel şehridir İstanbul, ama hayat
eli çabuk davranır.
Daha siz elinizi uzatmadan işveli bir kadın gibi kaçar gider.
Bu yüzden hırsla kovalarlar hayatı İstanbullular.
Beklediği şeyin belki de hiç gelmeyeceğini söyleyen şeytani fısıltıya
rağmen,
Ankaralının dingin tevekküllü bekleyişinde bir huzur vardır.
Ama,
İstanbullunun hırslı kovalamacasında ne huzur vardır ne de tatmin.
Dünyanın en güzel şehri hemen kol mesafesindeyken kendilerini yiyip
yutan bir kovalamacanın içinde kaybolur giderler.
Hayat kaçar, onlar kovalar.



Ama İzmir...
İzmir'de hayat beklenmez, kovalanmazda.
O zaten sizinle beraberdir.
Ufkun ötesini muştulayan bir deniz vardır.
Mutlulukla dolu,sakin bir sevişmenin tadındadır körfez.
Körfez vapurlarının sakin gidişinde hırslarınız yok olur,
Kovalamayı bırakırsınız, hatta martılara gevrek atacak kadar iyilikle
dolarsınız.
Ne varsa bu şehirde, bayatlamış vapur çayı bile nektar olur.
Hafta sonları denize doğru bir göç başlar.
"Ey hayat, biz Çeşme'ye gidiyoruz sen de arkadan gel" der
İzmirliler.
Ve ne gariptir ki hayat, uslu bir çocuk gibi onların peşinden gider.

''Ne garip, uçak biletinin üzerinde adımın hemen yanında yazan IZM
harflerine sevgiyle bakıyorum.
Sabırsızım, sevgilisine kavuşacak aşıklar kadar.''
Continue reading →
Cumartesi, Temmuz 03, 2010

Perili köşkte dondurmayı kızartanlar

0 teşebbüs

-Haydi çabuk hazırlan,çıkıyoruz.Bizi bekliyorlar.
-Nereye gidiyoruz.
-Yeni bir kafe açıldı büyük parkta,güzel bir yer.
kafeye gidip bir masaya oturduk.Arkadaşların gelmesini bekliyoruz.Ama bir tuhaflık var; bütün masalar boş.
-Niye kimse yok.kapanmış olmasın.
-Hayır ya,daha yeni geldim,kapanmamıştır.
Nasılsa bekleyecektik daha gelmemişlerdi,içeriye bakma işini biraz erteledik.Tabi tuhaf bir görüntü de sergilemiyor değildik.
Aradan bir süre geçti.İçeriye bakmaya karar verince kafenin ömrünün kısa sürdüğünü anladık.
-Napalım?
-Az ilerde bir yer var.Köşkten bozma oraya mı gitsek?
Karar verdik oraya gitmeye.Hemen diğerlerine de haber verdik.
Yıllar yıllar önce gitmiştim oraya.Eski bir köşkü restoranta çevirmişler;içeriyi şark odası şeklinde dizayn etmişler,bahçeye de masalar konmuş.İlk olarak ortamı hoşuma gitmişti.En uzaktaki masaya oturmuş,menüyü incelemeye koyulmuştuk.Karar verip garsonu çağırmak isteyince bizden tarafta hiçbir garsonun olmadığını farkettik.Öyleyse dikkati bu yöne çekmeliydik.Sırası gelen el sallama,seslenme gibi etkinliklerle farkedilmeye çalışıyordu.Fakat tuhaf bir durum vardı.Hiç kimse bizden yöne bakmıyordu.Masada herhangi bir alet ilgimizi çekmediği için biz hala farkedilmek istiyorduk.
-şimdi sıra sende.
Bir tur herkes şansını denedi.İkinci tura başlamıştık ki masalardan biri tarafından farkedildik.Garson bize doğru yönelince azmin zaferini kutlamaya başlamıştık.
Hafif tebessümle bize oldukca gizli kalmış olan servis tuşunu gösterdi.O anki hislerimizi göstermemek için geçiştirici bir tavırla isteklerimizi sıraladık.Fakat enteresan bir şekilde garson ne istesek "bugün o yok efendim","kalmadı" cevabını veriyordu.Ümitsizlik içerisinde menüye son bir kez baktım."Kızarmış dondurma istiyorum ben,mümkün mü?" dedim.Garsondan ilk olumlu cevabı aldık o an.Diğerleri de uydu,ve kızarmış dondurmalarımızı istedik.Bu benim kızarmış dondurmayla ilk karşılaşmam olacaktı,hatta tüm masanın.
Dıştaki margarinli susamlı hamuru kızartılmış,içinde kalan irice bir top dondurmanın dıştaki hamura yakın kısmı erimiş ve içeriye doğru bildiğin donuk dondurma.Gayet güzeldi.
O gün sevdiğim kızarmış dondurma ve bu hoş yer çok kez planlarımıza girdı fakat bir türlü uygulayamadık.Üzerinden 3 sene geçtikten sonra ikinci kez kazayla oraya gidecektim tekrar,ama bu sefer yanımdakiler farklıydı.
Tabi hiçbirşey eskisi gibi kalmıyor,ön kapıyı kapatmışlar.Diğer kapıya doğru yol aldık.Böylelikle etrafında 270 dereceyi tamamlamış oluyorduk.
Oldukça kalabalık olduğundan yine en uçtaki masaya oturduk.Diğerleri de gelince daha dikkat çekici hale getirilmiş servis tuşuna basıp beklemeye başladık.İkinci kez ücüncü kez...Buranın geleneği olsa gerek bizimle ilgilenen yoktu.Servis tuşunda bozukluk olduğuna karar verdikten sonra biraz daha şansımızı denedik.Sonuç değişmiyordu tabi ki.
Yan masa boşaldı,onunkini denemeyi düşündük.O sıra bir garson yan masaya doğru yol alınca klasik metodla seslenmeye başladık.Kızarmış dondurma önerimi yaptım yine,bir farkla bu sefer masadaki tek bilen kişiydim.
Uzun bir süre geçti gelen giden yok.Yan masalardan birine 5 tane kızarmış dondurma gitti.İçimden ne tesadüf diye düşündüm.Biraz sonra 5 farklı siparişle geldiler.
-Arkadaşlar sizin siparişleri yanlışlıkla yan masaya götürdük.Bunları da siz kabul eder misiniz?
diye sordular.
Tabi ki de biz kızarmış dondurma istiyorduk.
Tekrar beklemeye başladık.Sonunda mutlu sona ulaştık.
-Bu sefer sağ salim getirdik.
evet sağ salimdi ama değişmişti eskiye oranla.Hindistan cevizleri yoğunlaşmış,antep fıstığı eklenmiş,hamuru da aşırı margarinli vi şekerli haldeydi.Tadı güzeldi ama çabuk kesiyordu bu sefer.Eskiden öyle miydi..
Uzun aradan sonra orda olmak güzeldi.Niyeyse enteresanlıklar mekanı oldu benim için bu köşk.Garsonları toplama imajı verse de değeri büyük bir yer.Hatırası gidemesek de konumuz olmasında.İlk defa gittiğimde yanımdakiler şimdi ankara,antalya mesafesinde olsalar da..
Continue reading →
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Labels