Pazar, Kasım 20, 2011

3 idiot, hepsi de birbirinden idiot!

5 teşebbüs


hint filmleri hakkında ne düşünürsünüz? mesela ben her zamanki gibi önce "kıyafetleri farklı" derim.bunun yanında müzikleri farklı,dilleri,inanışları,mimikleri vs olarak devam edilebilir. dolayısıyla hiç bilmediğim bir film izleyeceksem genellikle hadi hint filmi olsun deme olasılığım düşük.e ama şimdi bunu anlatabilmem için bir şekilde izlemiş olmam da lazım.öyleyse bu filmi birileri tavsiye etmiş demek,hem de kaç tane birilerinden tavsiyeli :)

başrollerini falanca ile filancanın aldığı filmin diye bir giriş yapamayacağım maalesef.çünkü uzak olduğum hint sinemasındaki oyuncuları da tanımıyorum. sadece Aamir Khan isimli başrol oyuncusunun ismini öğrendim,tıpkı türk'e benziyor,oldukça sempatik bir oyuncu. film her hint filminde olduğu gibi tabi ki müzikal tadındaydı.en sert görünümlü karakterleri bile dans ettiren cinsten.dans içndeki mimikleri ve hareketleri görsel eğlenceyi artırıyor,filmin akışını kesse bile bence gayet isabetli sahnelerdi.
oyuncular başarılıydı ya da göze batan olumsuz izlenim bırakmıyorlar.hindistan'ın gerçekte sağlıksız ve kirli doğasının yerine çok daha etkileyici bir doğa ve manzara sunmuş bize yapımcı.bu da filmi çekici yapan faktörlerden.ki benim yine izlediğim filme kendimi dahil edebilmem için,kamera ve ışık kullanımı çok etkili.bu kısmını da beğendim kısacası.

film ülkenin en iyi mühendislik üniversitesinde okuyan 3 gencin idaresinde devam ediyor.isminde bahsi geçen 3 aptal genç bu karakterler oluyor.ne kadar aptal oldukları kısmında biraz da kinaye yapıyor senarist.ailelerin çocuklarındaki mühendis-doktor beklentilerine de dokunuyor film.hatta şu bile var;kızlar doktor,erkekler mühendis. :)

genel olarak eğlence ön plandayken bunun yanısıra hafif gözü yaşartan dram,ironi ve hatta sonunda şaşırtacak sahneler de yer alıyor.e ama yaklaşık 3 saatlik film,o kadar sürede tabi olacak o kadar çok duygu demeyin, izlerken geçen sürede sıkılmak mümkün değil.

kültürleri hakkında da az çok bilgi sahibi olabiliyoruz.mesela düğünde yüzü örtülü olan kız değil erkekti ve yine başlık parası verilen taraf erkek tarafıydı.aykırı sahnelerin çokluğu filmdeki güldürü öğesini de artırıyor haliyle.elektrik akımı,doğum gibi alanlarda verdiği bilgiler de cabası.

son zamanlarda izleyip en beğendiğim filmlerden biriydi.2009 yapımı filmin imdb ve sinema siteleri,anket puanları yeterince yüksek.bir arkadaş toplanmasında ya da pazar günü dışarıya çıkmayacak olanların ailecek keyifle izleyebileceği bir film.
Continue reading →
Perşembe, Kasım 10, 2011

bir sabah uyandığında...

0 teşebbüs

Bir sahne hayal edelim.yurtdışında senelerce okumuş ve yıllar sonra ülkesine,evine dönen bir adam… seneler sonra ailesiyle geçireceği günlerin hayali ve bir de sevdiği kızla kuracağı yuva…yuva dediysek öyle hazıra yerleşmeyecek delikanlı.önce sevdiğini ikna edecek,sonra unuttuğu topraklarda sıfırdan bir düzen kuracak.e tabi hemen ikna edemeyecek bizimki kızı ama o beklediği gün geldiğindeki mutluluğuna değer çabası.yepyeni bir düzen kuruyorlar ve hayatlarını birleştiriyorlar.
birlikte uyudukları ilk gecenin sabahında, bir patlama sesi, sıçrıyorlar.ardından çığlıklar ve tekrar aynı ses.ardı arkası kesilmiyor sonrasında bu seslerin,üstelik gitgide büyüyor,yaklaşıyor belli.pencereden dışarıya baktıklarında görebildikleri tek şey yoğun bir duman kümesi,bir de aralardan sızan alevler.yukarıdan aralıksız bombalar düşüyor.derken bir tanesi evlerinin yarısını da içine alıyor.can havliyle kaçmaya yelteniyorlar.nereye kaçabilirler ki en fazla.ve atılan son bombaya yakalanıyor kadın.neden bahsedilebilir ki bundan sonra.onlarca hayalden mi,yıllarca özlem duyduğu kadınla başladıkları mutluluk serüveninin kursağında kalmasından mı,kurduğu yuvada gerçekleştireceği ilk kahvaltının bırak kursakta kalmayı tadına bile bakamamasından mı…
Her şeyini kaybediyor orada.ailesini,eşini,düzenini,hatta harabeye dönen beldesini bile.
Bir film sahnesi aslen bu.nazi savaşlarında rus ve Yahudilere yapılanları anlatıyor.işin politik kısmına girmeyeceğim,o kısımla ilgili çok şey söyleniyor,çok yorum yapılıyor.olan olmuş diyebiliyorsun belki ama savaş sonrası sağ kalanların neler hissettiği,psikolojileri ölene kadar onlarla kalıyor,kaybolmuş yarım yamalak anılarıyla.
Çok uzağa gitmeye gerek var mı aslında.şahit olduk biz de yakın zamanda anıları yarım kalanlara.belki torununa ördüğü kazağı verememiş,belki ölen dedesinden kalma el yapımı bir kuş yuvasını kaybetmiş…son kalan hatıraların yok olması,hem de bir yenisi olmayacak olan.peki kim düşünebilir ki o zamanlarda,toprak altında kalan yeni aldığı kıymetli bibloyu…
-şans eseri kurtuldum,ya da Allah’ın mucizesi.geride kalan 20 küsur yılıma şahit hiçbir nesnem kalmadı.
-hiç mi?
-hayır,hiç.
-belki bir bileklik ya da saat?
-çıkmaya çalışırken düşmüş.en sevdiğim bileklikti,hediyeydi.
Hediye aslında,”buna baktıkça beni hatırla,bu günümüzü hatırla” demenin kısa yolu.hayatında ben de varımın,kalıcı olmanın.sağ çıktın ya canın sağolsun belki,cana geleceğine mala gelsin belki…anılar kaybolmaz gerçi,kokusu gider ama hafızaya kazınan çıkmaz.insan ispat ister bazen, o yoktur,belki o zamanlarda acır işte canın.
Bir sabah, her şeyini kaybederek açmak var gözlerini hayata.
Continue reading →
Pazartesi, Ekim 24, 2011

deprem ömürlüğümden

0 teşebbüs
deprem,söyleyişte 2 hece.derinde bir doğal afetin fizikselliğinden ayrı,derin ve çokca kederli bir kelime.
99 depremi tanıştığım ilk depremdi benim.henüz ilkokul 3.sınıfa başlayacaktım.her gün deprem haberleri dinliyor,yaralı-ölü depremzedeleri görüyorduk.zede ilk defa duyduğum 2 heceli kederden çok yaralayıcı kelime.
annemin onları izlerkenki gözyaşlarını hatırlarım.hayatta en dayanamayacağım şeyin gözyaşı olduğunu o zamanlar tekrar tekrar anlamıştım.
deprem o kadar gözden o kadar yaş akıtmıştı ki henüz 8 yaşını yeni dolduran ben,depremi umursamamak istemiştim.tanımadığım kalabalıklara dua etmeyi öğrenip,çaresizliği tatmıştım. televizyondan, radyodan, açık kalmış gazetedeki enkaz resimlerinden kaçar olmuştum.
annemi gözü yaşlı enkazları izlerken bulduğumda"yeter artık anne,hasta edeceksin kendini."dediğimi hatırlıyorum.ve ekiplerin enkazlara seslenen "kimse yok mu?" seslerini.
okulun ilk günü öğretmen sormuştu,"yazın sizi etkileyen bir şey oldu mu?" diye.hep bir ağızdan deprem diyerek beklediği cevabı vermiştik.
"unutmayın"demişti o da,"afetler dayanışmaya en çok ihtiyaç duyan zamanlardır."
99 depreminin dayanışma,yardım kısmını ise net hatırlamıyorum,yaşımdan ötürü.
sadece kapı önünde bekleyen ilk yardım ve deprem çantalarını hatırlıyorum.bir de okulda ve maket otobüsteki deprem tatbikatlarını.çocukluk o tatbikat anlarını bile öyle zevkli hale getiriyor ki.
ve sonrasında uzun süre deprem hikayesi dinlediğimi,hep ya bir gün enkaz altında kalırsam nasıl nefes alırım diye düşündüğümü...

ben hiç deprem yaşamadım büyük yıkıma sebep olan.hatta pek fazla hissetmem de olanları.hafızamda hatırlanmaya değer birkaç deprem var.
ve işin güzeli tamamı eğlenceli yer etmiş.evet depremin bir de eğlenceli yüzü var.
yıl 2003.gece 1,5 2 civarı.ani bir sarsılmayla uyanıyorum.yatağım öyle sallanıyor ki düşmekten son anda kurtulup iki elimle yatağı kavrıyorum.
teşbihte hata olmasın çarmıha gerilmiş gibi bir haldeyim,fiziksel olarak zaten öyle ilaveten psikolojim de o tedirginlikte.arkadaki büfenin içindekiler şangırdıyor.hem de tarifsiz şiddet ve yoğunlukta.camın perdesi sallanmanın etkisiyle açılıp,karşıdaki parkın ve caddenin ışıkları ürkütücü görünüyor.
e haliyle tamam diyorum,birazdan bina çökmeye başlar.onca tatbikat,masa altına saklanma çalışmaları nerden aklıma gelsin ve aklıma o an musibete karşı zırh duası olarak öğrendiğim Ayetel Kürsi'yi okumak geliyor.ben de 'her şeyin başı psikoloji'cilerdenim.zaten inanarak yapılanın karşılıksız kalmayacağına şüphem yok.duanın etkisiyle ben rahatlıyorum ve deprem
de artık yavaşlayıp duruyor.o sıralar yaygın olan sır kapısı programları etkisiyle de sonrasında olayı "ben duayı bitirdim aynı anda deprem durdu." diye anlattım.yani aslında
"bak şu Allah'ın işine,ne sırlı olay geldi başıma öyle" demeye çalışıyordum muhtemelen :)

yıl 2005 şubat.akşam etüdünde okuldayız.hoca döküman dağıtıyor,bina sallanmaya başlıyor.hepimiz birbirimize şaşkın ve korkuyla bakıyoruz.hocamız sallanarak döküman dağıtmaya devam ediyor.başta afallıyoruz ama sonra bu rahatlık bizde de kahkahaya dönüşüyor ve binanın duruşunu bile hissetmiyoruz.gerçekten hiç unutamayacağım bir deprem anıydı.

yıl 2005 ekim-kasım.uyumak üzere yurt odamın kapısından içeriye giriyorum.bina öyle bir sallantı hareketi yapıyor ki,dengemi kurmak için tutunmak zorunda kalıyorum.ilk aklıma hasta ve ateşli
olarak ranzanın üstünde yatan oda arkadaşım geliyor.ona doğru çeviriyorum bakışımı.kalkmış,oturuyor.sersemlemiş olması muhtemel olduğu için nasıl anlatacağımı bulmaya çalışırken o tepkisinde hızlı.
"ya kaç kere söylicem,sallamayın şu odayı! kim sallıyor odayı?"diye çatıyor.güler misin ağlar mısın.o depremi yaşayanlar hatırlar baya uzun süreliydi.bir yandan denge sağlamaya çalışıp bir yandan "canım sakin ol,deprem oluyor,birazdan duracak" gibi telkinlerde bulunduğumu hatırlıyorum.apar topar karşıyaka çarşısı meydanına çıktık,bütün karşıyaka orada toplanmıştı. sağlam diye pijamalarla okula sığınmıştık.

benim deprem maceralarım yüzümde tebessüm oluşturacak cinsten genelde.bir an var yalnız hiç unutamadığım.yine okul esnasında sallanmıştık ve okul tatil edilmişti.herkes apar topar gitmek için hazırlanırken
karşıdan biri koşarak sarılıp ağlamaya başladı.sakin ol demiştim dostuma.o ise "nasıl sakin olayım şeyma,ya bir daha göremezsek."

"ya bir daha göremezsek?" hayatın, sevgilerin tümünde sordurduğu sorusu.benim de gözlerimden yaşları döken o soru.

küçüklükten beri,her ölüm haberi aldığımda ya çok yakınım ölürse diye düşünürdüm."nasıl yaşanır o hatıralarla" diye henüz gerçekleşmeyen ölümlere üzülürdüm.

"ya bir daha...","eğer ölürse..." her sevginin beraberinde gelir,kalbini burkar,gözlerini nemlendirip hiçbir şey yokmuşcasına uçup gider.

ve işte o bu sorulara en yaklaştığı zamandaydı.ailesi Van'da olan arkadaşım depremden sonra, hassas kalbi ne halde şimdi,diye korkuyla bastım arama tuşuna.bir süre çaldı telefon,süre uzadıkça cesaretim kırılıyordu.açtı,sesi iyi gelmiyordu.
2 seçenek belirdi kafamda sesini bu hale getirebilecek.seçeneklerden biri telefonun açılmasıyla hafiflemiş olsa da-zira aksi halde kimse telefona cevap veremez-,yine de kalbimde titreme getirmiyor değildi.ikincisini seçtim."bu ses ne böyle,hasta mı oldun yoksa?"dedim.
tabi ki anlamıştı arama sebebimi"yok şeyma,bizimkilere bir şey olmamış."dedi.rahatladım.endişemi saklamak adına numara yapmama gerek yoktu,normal konuşabilirdim artık.uzun bir süre telefonlarına ulaşamama psikolojisini yaşamamıştı,ulaşana kadar
ağlamış,hala daha kendine gelememişti belli ki.o da sormuştu hissederek"ya bir daha...?"

ve ardından diğer tuşlara bastım.hepsinin ses tonu aynıydı.hatlardaki yoğunluk uzaktakilere bugün çok kez sordurtmuştu "ya bir daha...?"

güzel bir pazar buluşması esnasında twitterdan öğrendim depremi.sayısal veriler sürekli değişiyor,başta 6,6 denilen deprem 7.0a,7.3e çıkıyor,tekrar 6.6 diye geliyor,ölü ve yaralı sayıları sürekli değişiyordu.bir süre tamamen haber sitelerinde sürekli değişen
verilere bakmaya başladım amaçsızca.bir yandan da çeşitli yardım fikirleri öne sürülmeye başlandı.Ahmet Tezcan İstanbuldaki evini açabileceğini,kiracı bekleyenlerin kış geçene kadar depremzedeleri ağırlamasını önerdi.Erhan Çelik de destek verdi ve fikir kampanya
haline dönüştü.ilk anda İzmirden de destek olabilmek amacıyla,en azından yazlıkların açılabileceğini düşündüm.yardım derneklerinden bazıları bu işi organize edebilirdi.sonra aklımı kurcalayan bir takım şeyler oldu.buraya gelen ailelerin iş bulma
sıkıntısı,onlara ne derece garanti verilebileceği önemli sorun.en azından 4 5 ay gibi bir zamandan bahsediliyor.ki evleri çökmüş de olsa işlerini de kaybetmek istemeyecek büyük bir kesim de olacaktır.depremzedeleri kendi şehirleri dışına çıkarmak ne kadar doğruydu vs.projenin izmir ayağı da yapıldı sonrasında.Ahmet Tezcan,Erhan Çelik
ve Esra Erol birçok programda yer aldılar bugün projeyi anlatmak için.inşallah faydalı bir yardımlaşma olacak.gsm operatorlerinin,galatasaray ve fenerium'un ve diğer bir sürü markanın gecikmesiz yardımlarında sosyal medyanın,ki özellikle twitterın,etkisi tartışılmaz.

bir de enkaz altında olduğunu,kıpırdayamadığını,farelerin olduğunu,yardım beklediğini tweetleyip duran bir hesap vardı.amacı depreme dikkat çekmek olsa da IP adresinin emniyete gönderildiği söylendi.ilk anda enkaz altında herhangibir bağlantıya nasıl ulaşabilir ki sorusu geldi benim aklıma.
ama bu olay gerçek olsaydı ve kurtarılsaydı twitter marka değerini katlayıp hatta başlı başına bir efsaneye dönmez miydi? :)

doğal afetler dayanışmaya en çok ihtiyaç duyulan zamanlar ve sabıra tabi ki.
Continue reading →
Çarşamba, Ağustos 24, 2011

sonbahar

0 teşebbüs

Baharlar insan ömrünün yarısı..sordum ilkbahar mı sonbahar mı iki bahardan hangisi tercih edilir diye.İlkbahar dedi herkes tereddütsüz, tıpkı benim gibi..
ilkbahar yeşildi çünkü.Rengarenk çiçekleri vardı, tazeydi herşey. Kuşlar cıvıldıyordu, denizin dalgası bir başkaydı bu mevsimde.Güneş sıcacıktı artık dışarı çıkarken soğuktan korkmuyordu insan. Sonbaharsa soğuktu; ağaçların yaprakları yoktu, olanlar da sarıydı artık. Doğa cazibesini kaybetmişti belki de.
Oysa sonbahar soğuktan evine sığınan aile bireylerini dört duvar arasında buluştran, kolay kolay bu dört duvardan dışarı çıkmasına izin vermeyen tatlı sert bir babadır.Rehavet sonrası yürekleri birbirine hasret kalmış ev sakinlerinin hepbirlikte ince belli bardakta gelen çayı yudumlarkenki huzurudur.Akşamlar uzundur,herkes evine erkenden gider sonbaharda.Esnaflar dükkanlarını erkenden kapatır, ilkbaharın aksine sevdikleriyle geçirecek bol vakitleri vardır.Cıvıl cıvıl sokakları yoktur ama mandalin kokulu sokakları vardır.
Evsizleri düşünüp hüzünlenmeye başlamak, havanın kararmasına ve soğuğa aldırmadan evine ekmek götürebilmek için kestane pişirip satan hiç tanımadığın adama küçük bir destek olabilmek isteğidirMerhamettir aslında..
Mesai bitimi evlerine dönen yağmurda ıslanmış insanların belediye otobüslerine kendilerini atma sevinciyle birbirlerini selamlamasıdır.Bir kaynaşmadır sonbahar.
Kimi zaman sevdiklerine hasret kalabilmektir,özlemdir.Kimi zamansa özleme dayanamayıp sıcacık evinden çıkıp yağmura yakalanmaktır.Fedakarlıktır,özveridir sonbahar.
Anneler çocuklarını hastalıktan koruma amaçlı güçlü tutucu karışımlar yaparlar bu ayda.Çocuklarsa sadece annelerini kırmamak için yemeği kabul ederler karışımı.Sevginin dışa vurumudur sonbahar.
Köşene çekilcek zamanın da çoktur ya bu ayda şarkılar da anlam kazanır.Sevenler sevdiklerini,hasretliler hasretliklerini anarlar sık sık.yumuşacık bir yürektir sonbahar.
İlkbahardaki dışa dönüm,sonbaharda dört duvar arasındaki bir içe dönüme bırakır yerini.Bazen sıcacık bir çayla,bazense bir çorbayla bağlar insanları.Belki ilkbahardaki gibi doğayı değil de,kardeşliği ve sevdiklerimizi yani insanları vadediyor sonbahar.Tılsımı yeşilliğinde değil de yüreklerde..Şimdi tekrar sorsalar doğa mı sevdiklerin mi diye,bu sefer cevabımı verirken tereddüt ederim heralde..

not:karalamatadnda.blogspot.com'un 8 kasım 2009 tarihli yazısıdır.
Continue reading →

çocukluğumun efsanesi:sigara böreği :)

0 teşebbüs
Not:okuduğunuz bu yazıda olay ve ifadeler hayal gücü olup,gerçekler abartılarak aktarılmıştır:))



Efsane sigara böreği...
Sigara böreği hakkında yazmadan önce tarih araştırması yapmam gerektiğini düşündüm.Uzun bir araştırma evresi geçirdim;yani googleda search ettim."Hamurun icadından sonra ingiliz aşçı Albert Cigarette tarafından Mezopotamya topraklarında keşfedilmiştir" şeklinde bir ifade aradı gözlerim. Ama çok enterasandır ki sigara böreğinin bir tarihçesi yok. Benim çocukluğumun efsanesi bir özgeçmişe bile sahip değilmiş.Oysa benim sigara böreğiyle geçmişim çok büyük.
Aklımın yeni yeni erdiği zamanlardı,tabi bende her hayal gücü geniş çocuk gibi etrafımı inceleyip, değişik kurgular kurardım.İşte bu dönemdebir süre bizim evde sigara böreğinin yapılmadığını farkettim.Ancak misafirliğe gittiğimde ya da pastahane aracılığıyla ulaşabiliyordum sigara böreğine. Acaba neden bizim evde sigara böreği yapılmıyordu.Kesin bizim bilmediğimiz gizli bir tarifi vardı ya da belki de isminde sağlığa zararlı "sigara" kelimesi içerdiği için hoşlanmıyordu annem ve yapmıyordu.Bu şekilde hayal kurcağıma sormayı tercih etseydim muhtemelen "uğraştırıcı olduğu için","kızartma sağlığa zararlı" ya da "çok sevmiyoruz biz sen seviyorsan yapalım" şeklinde sıradan cevaplar alırdım.O zamanda sigara böreği efsane olmaktan çıkardı benim için. Onun gizli bir yanı olmalıydı..
Ayrıca hafifim,hafifsin,hafif sloganlı sıvıyağ reklamında her sigara böreği yiyen nasılda uçuyordu havada. Bu da hayal gücüme birşeyler katıp sigara böreğini daha da esrarengiz yapıyordu çocuk dünyamda..
Çocukluğumun efsanesi hayatıma nasıl girdi hatırlamıyorum ama yeri geldi soğuk kış akşamlarında deneme çıkışı yurtta karşıladı, yeri geldi çayın yanında muhabbeti süsledi.Şimdilerde ise dondurucuda hazır bekleyen kurtarıcı oldu.Tabi sebebi de annemin bu tip şeylerle uğraşmayı seven bir kızının olması.Evet severdim ben sigara böreğini yapmayı; ta ki o hazin kazaya kadar.Sevgili arkadaşlarım için özenle sardığım sigara böreklerini kızartırken telefon çaldı ve geldiklerini,almam için beklediklerini söylediler.Bekletmemek düşüncesiyle hızlı hamlelerle kızaranları çıkarıp yenilerini atıyordum ki hiç çözemediğim bi şekilde yağ kabardı ve sağ elimin orta üç parmağı hayatlarının dramını yaşadı.Yaşamayan bilmez öyle tarifsiz bir acıdır ki kızarmak..O günün ve ardıından gelen birkaç günüm oldukca acıklı oldu.Tabi o an bir daha kızartma yapmaya tövbe ettim.Yoksa bu çocukluğumun efsanesinin hayatımdaki sonu mu olacaktı.Bir tarih burada kapanıyor muydu?
Sonuç mu? Yine bir sigara böreği kızartma esnasında geliyor aklıma tüm bunlar..:))

not:karalamatadnda.blogspot.com'un 14 kasım 2009 tarihli yazısıdır.
Continue reading →

hayata bakış:vazgeçilmezler

0 teşebbüs
Mumdan dişler yapıyoruz labaratuvarda.Şöyle bir baktım etrafıma.Kimi eliyle şekillerdiriyor mumunu,kimi alet kullanıyor.Herkesin amacı aynı ama yöntemi farklı.Modeller aynı olsa da ortaya çıkanlar çeşitli.Genelledim o an durumu:Hayatı şekillendirmek..Neye dikkat ederiz hayatı belirlerken,neye göre şekillendiririz yaşamımızı?Çizgilerimiz neye göre belirlenir?







Vazgeçilmezlerimiz...Attığımız her adımda durup düşünmemizi sağlayacak çizgiler.Hayatı tamamen serbest değil de,insanın kendi kendine oluşturduğu bir çizgide belki de birtakım engellerle yaşamak..Her hamlede vazgeçilmezlerimizi düşünüp ona göre hareket etmek.
Engel deyince irkiliriz önce,itici bir kelime bilinçaltında.Oysa insanın kendi kendine koyduğu engeller, hayatına çizdiği kırmızı çizgiler olası hataları azaltan en büyük faktörlerden.Rotasız bir gemi koca bir okyanusta nasıl yalpalarsa,yönünü çizgisini belirlememiş insanlar da hayatlarını gelgitlerle yaşayıp;tıpkı bir oyuncak hamur gibi hayatın akışı tarafından şekillendirilip,rüzgarın estiği yöne sürüklenirler.
Vazgeçilmezler destektir hayatımıza.Kiminin anne ve babası vazgeçilmezi, kiminin yaradanın rızası.Çalışkan bir öğrenci okulundan derslerinden vazgeçmez,idealist bir birey vazifelerinden. Kimi sadıktır eşine çocuğuna vazgeçemez.Kiminin gelenekleri kiminin felsefi fikirleri vardır vazgeçemediği.Herkesin hayatına göre farklıdır önceliği ama işlevleri aynı.Kendine net çizgiler çizebilmiş ve o çizgileri aşmamış insanlar güçlüdür,ulaşılmazdır çevresinde.
Eğer bir adım atarken sadece kendi isteklerimiz doğrultusunda değil de başka faktörleri de irdeliyorsak bu vazgeçilmezlerimiz olduğunu gösterir,adımımızı atarken yalnız olmadığımızı.Kendimizi sınırlayabildiğimiz ölçüde cesuruzdur bir anlamda.Yoksa her yöne çekilebilen bir birey olmak en kolayı,bu da hataların kaçınılmazlığı tabi.
Peki ya çizgilerin olması sıfırlar mı hataları? Maalesef insan bazen bazen,sürüklenir ortama.İşte böyle bir zamanda sızım sızım sızlarsa ötelerden bir vicdan,pişman olur da silkelenmek isterse insan hala daha kaybetmemiştir vazgeçilmezlerini.Desteği yanındadır, çizgisi belli.
Vazgeçilmezler destektir, destekse güç.Ve insan ancak gücü ölçüsünde ayakta durur...

not:karalamatadnda.blogspot.com'un 22 kasım 2009 tarihli yazısıdır.
Continue reading →

yitik mazimin sevdası

0 teşebbüs

Köşe başı yol üstü çocukluğumun her karesi akşamsefası çiçeğiyle dolu benim. Her açık hava serüvenimde, akşamsefalarım beklerdi beni, güneşin batmakta olduğu herhangi bir köşede. Bırakır elimde ne varsa, unutur gideceğim yönü girerdim akşamsefalarının dünyasına izinsiz.Zamanı durdurur hırsla çıkarırdım içindeki siyah tohumunu. Gayretimi o dakika şahlandırır zevkle azmi birleştirir bütün tohumları teker teker ayırırdım yuvasında. Vicdanım kararsız, ama mazeretim değişmez. Hepsinin bittiğine emin olunca, biriktirdiğim tohumları dağıtmaya başlardım başka topraklara. Böylece akşamsefasını daha çok yere yayıyordum kendi dünyamca.
Hayatın akışı bana akşamsefalarımı kaybettirdi. Artık ne geçtiğim yollar, ne de köşe başları vardı bekleyenimi ağırlayan. Ben de unuttum siyahını ayıkladığım yitik mazimi.

Ve bir film sahnesi gözümün önünde. Yaz yağmuruyla başlayan bir hikaye… Zamanın ilk yaz yağmuru buluşturuyor onları ve har yaz yağmuru sihirli bir dokunuş gibi tesadüf kalıbına sığınarak getiriyor onları birbirine. Vedaları da yine bir yaz yağmuruyla oluyor.

Bilinçaltıma yüklenen içli yaz yağmurları fönlü saçı bozulmasından ya da trafiğin sıkışmasından çok daha fazlası. Gecesinde gök gürültüsüyle uyandırmaz, gündüzünde buğulu bir pencere sunar. Yaz yağmuru telaşlı bir anında dudak kıvrımındaki bir serinlik.İlk anda çözemez kaynağını bu serinliğin çevreni süzersin senden başka hisseden var mı diye.Birkaç adım sonra bu sefer tam burnunun ucuna konar bir tane daha. O an anlarsın vakit kısa bir mola vaktidir. Hemen kendini yakın bir çaycıya atar, yağmura en yakın olabilmek için bir cam kenarı seçersin. Cama vuran damlaların serin görünümüyle çayın içine sıcak sıcak akması birbirini dengeler o an. Sonrasında hayaller alır gününün telaşe anlarının yerini. Ya da bazen içinden bir çılgınlık geçer. Sığdıramazsın kıpır kıpır içini dört duvar arasına. Bir de “yaz yağmuru asitli olmadığından saçlara iyi gelir” diye bilimsel bir kılıf hazırlayıp kendine hiç istifini bozmadan yürümeye devam edersin. Konuşulmaz o dakikalarda. Yanındaki elin, başparmakla işaret parmağı arasında gizlinen sevgi damarına birleştirirsin kendininkini. Yağmur şefkatli bir anne gibi bir yandan yüzünü okşayıp konuşur, sen dinlersin puslu zihnini tamamen odaklamaya çalışarak.

Tatlı serinliği dudağımın kıvrımında hissettiğim bir anda tamda çevremi süzmeye hazırlanırken tekrar buldum kayıp mazimi. Akşamsefaları tüm sevecenliğiyle kaplamış yine bir köşe başını. Eski bir dostun hasretiyle yaklaştım, bu sefer tohumuna dokunmadan. Gökyüzünden düşen her bir katre ihtişamını artırıyor, akşamsefası zırhını kuşanmış küheylan gibi gitgide açılıyordu. Güneşin ışıltısı kayboldukça; yağmur hızlanıyor. Artık iri damlalar yıkıyordu yeryüzünün tozunu. Yağmurdan bir kaçış başlıyor, bir tek akşamsefası tılsımlı bir ayna gibi parıldıyor, kana kana içiyordu yağmurun serinliğinden. Kolay olur muydu onca kışın ardından gelen kavuşmada hasreti bir anda giderebilmek. Semadan dökülen her damlanın gönlünde bir akşamsefası, her damlada en hızlı olabilme çabası. Akşamsefası sabırsızdır bu bekleyişte belki ama ümidini hiç kaybetmez yağmuru gecikse de. İlk kavuşan nazlı bir edayla kıvrıla kıvrıla nispet eder diğerlerine. Ve nihayetinde her katre bulur kendi akşamsefasını.

Yağmurun akşamsefasına olan bağlılığı gönüllere mızrak olur. Akşamsefasının yağmura sadakati mahlukata sual.

Akşamsefalarına bakıyorum tek tek. Çiçekleri cesaretin asilliğiyle açılmış, tohumlarını gururla salıyor toprağa. Yağmur iyice hızlanıyor, akşamsefaları sonsuz bir güvenin rehavetinde. Onları yalnız bırakıp ayrılıyorum köşe başından. Yılların derinliğine hapsettiğim akşamsefası mazimi bu defa bana dokunaklı yaz yağmuru getiren. Kimi zaman bir park kenarı, kimi zaman bir köşe başı; her dudak kıvrımı serinliğinde, gözlerimin hedefi sabırsız akşamsefaları…

not:karalamatadnda.blogspot.com 'un 8 mart yazısıdır.
Continue reading →

nesiller değişirken

0 teşebbüs

yoğun dönemin durulmasıyla bir süredir ihmal ettiğimi farkettim küçük maskotumu.gece masal seanslarımız uzunca bir araya girdi.her gece 2 tanede anlaşmıştık,eğer bir gece atlarsam ertesi gün 4 tane ceza çarptırıyordum.internetten masal araştırmak o saatteki en büyük sorumluluğumdu benim.bazen üşenip kendim masal dünyasına yeni eserler katıyordum.masal anlatmanın püf noktaları vardır.ince bir ses tonuyla
yavaş ve tane tane anlatılmalı.aksi takdirde uykusu gelmez ve üçüncüyü bekler.hatta bu yöntemi başarıyla uygularsan bir taneyle bile kurtarabilirsin.
bir süredir değil masal anlatmak nadir görmeye başladığım kardeşim boşluğun rehavetindeyken ben,ara ara gelip ilginç soru bombardımanına tuttu.ben de özlemiş olmamdan heralde zekası yanaklarından fışkıran kardeşime sabırla bilimsel açıklamalarda bulundum.o yaşın çocukları meraklı tabi.bir ara olay kahramanı yanımda bitiverdi tekrarda."abla a desene" dedi.dikkatim farklı bir yerde olduğundan istemsizce kendimi doktor karşısında boğaz,bademcik muayenesi yapılıyormuş gibi hissederek, ağzımı "aa" diyerek açtım.bu sefer
tekrar "abla a de" dedi.o an ona şan dersinde gibi bir "a" sesi verdim.yüzüme hayal kırıklığıyla bakıp "abla a de" dedi tekrar."a" dedim o zaman sadece. "b" dedi ve arkasını dönüp gitti.birkaç saniye arkasından bakakaldım..yapmam gereken ne kadar basitmiş meğerse.güldüm kendi kendime.basit düşünmeyi unutuyor muyum yoksa?
ertesi gün yolda orta boylarda 60lı yaşlarda bir amca gördüm.hızlı sayılabilecek adımlarla yürüyor,bir eliyle de yanındakinin bileğini sıkıca tutmuş.ilkin bulunduğum açıdan tuttuğu bileğin sahibi görünmüyordu.o birkaç saniyede bayan olduğu belli olan ele bu kaba davranışı anlamlandırmaya çalıştım,bayansal bir düşünceyle.yanındaki bayanın görüş açıma girdi.kötü benzetmemden dolayı özür diliyorum çok,ama tanımlayacak bir örnek ilk anda algılarımda oluşan.hani arabalara konan yaya bağlı kafası ,sabit desteği olmadığı için harekete bağlı olarak farklı ivmeyle farklı yöne
sallanan fino köpekleri olur ya,bileğin sahibi bayanın da kafası aynı şekilde sallanıyordu.şimdi tıpta buna şöyle deniyor diye başlayan cümleler kurmak isterdim ama daha önce benzer vaka ile karşılaşmadığım için şuan olayın sadece duygusal kısmıyla ilgileneceğim.amcanın yüzüne baktım memnuniyetsiz bir ifade görebilecek miyim merakıyla.aksine tonton simasında sevimli bir tebessüm vardı.elin sahibiyse tam bir güven içerisinde görünüyordu,kendini çekene.fiiliyatta kaba görünen davranış gerçekte nasıl zarif bir bağlılıkmış halbuki.işte o an yapmam gerekeni yaptım ve kendimden utandım.
iki uç kuşağa şöyle bir bakınca hafiften bir de kıyas yapınca konumu yolun ortasında olan A şehrinden B şehrine giden bir aracın geride kalan ve gidilmesi gereken hız zaman yol hesaplamalarında hissettim kendimi.
bir de geçen "sen eskiden böyle heyecanlanmazdın yoksa yaşlanıyor musun" sorusunu geçiştirişim geldi aklıma.nedense içimde yaşlanmaya karşı her zaman önyargı olmuştur.şimdi bu sorunun cevabı evet mi yani?:)

not:karalamatadnda.blogspot.com 'un 30 mayıs 2010 yazısıdır.
Continue reading →
Cumartesi, Ağustos 06, 2011

Sakız hanım ve Mahur bey

1 teşebbüs


Boyası sıyrılmaya başlamış komidinin çekmecesini açtı,içinden soluk fotoğrafı çıkardı.yıllar öncesinin fotoğrafına ne zaman baksa aynı heyecanı yaşardı Sakız hanım.yıllar öncesinin hatırası o kadar tazeydi ki,Sakız hanım fotoğrafı her çekmeceye yerleştirişinde gözyaşlarına hakim olamaz,birkaç tanesini damlatarak eskimesini daha da körüklerdi.gerçi kağıdın eskimesi yüreğinde tam aksi yönde etki yapıyordu.
Son bir kez baktı tekrar fotoğrafa.Sakız hanım,Mahur bey ve oğulları Murat.yılların simalarını birbirine yaklaştırdığı 3 yüzün gülümsediği bir fotoğraf.
Sakız hanım gittikçe duygusallaşmaya,hıçkırıklarına hakim olamamaya başladı.öyle ya o gün tarihlerden 3 ekimdi.3 ekim mahur bayin vefat yıldönümü.
Aslında sadece Mahur beyin değil,Sakız hanımın da ölüm yıldönümüydü.3 yıl önce Mahur beyin ani ölümüyle kendisinin de öleceğini sanmıştı Sakız hanım.
öyle ya onsuz yaşamayalı uzun zaman olmuştu,emindi bu yolculuğun da beraber gerçekleşeceğine.ve günlerce beklemiş,hayattan kopmuş,yememiş,içmemişti Sakız hanım.günler sonra hayata tekrar adapte olabilmiş ve ardından gelen her yılın ekiminin 3ünde kavuşmayı beklemişti.bu gün de onlardan biri olmalıydı.
Oğlu Murat'ın yüzündeki gülümsemeye baktı Sakız hanım.yıllardır öyle çok özlemişti ki bu gülüşü.tek çocukları olmuştu Mahur beyle Sakız hanımın.Sakız hanım
rahatsızlık geçirmiş,rahmi alınmış ve bir daha çocuğu olamayacağı söylenmişti.oysa hem Mahur bey hem de Sakız hanım kalabalık ailelere özenir,çok gençliklerinden beri bir sürü çocuklarının olmasını isterlerdi.yine de evlatları Murat o kadar güzel bir çocuktu ki unuttular çabucak bu isteklerini.
Aslında hayat bazen erken alabiliyordu insanın sevgilerini,sevgilerini değil de sevdiklerini. Murat'ı henüz 27 yaşındayken bir kaza sonucu kaybetmişti Sakız hanım.
Murat'ın vefatından bir yıl öncesinde evde orta çaplı bir yangın çıkmış ve evlerindeki eşyaların bir kısmı yanmıştı.yananlar içinde en can acıtıcı olanlarsa bir kutu dolusu fotoğraftı. Sakız hanım bu yüzden bu fotoğrafa kalan tek miras gözüyle bakar,bir şey olmasından çok korkardı. Murat'ın içinde olduğu yangın itfaiye yardımıyla söndürülmüş eşyaların bir çoğu yanmış olmasına rağmen Murat sapasağlam çıkmıştı."sana bir şey olmadı ya."demişti Mahur bey,"gerisinin ne önemi var."
bir yıl öncesinde ona bir şey olmadı diye sevinen ailesi bir yıl sonrası Muratsız kalmaya mahkum kalmıştı.Murat sörf yapmayı çok severdi ve o haftasonu arkadaşlarıyla tatile çıkmışlardı.Sakız hanımı geceyarısı içli içli çalan telefon uyandırmış ve acı haberi vermişti.Murat akşamüstü denizde kaza geçirmiş saatlerce hastahanede kalmış ve doktor henüz kaybettileri haberini vermişti.Sakız hanım soğukkanlıydı.soğukkanlı davranmıştı bu habere.
ölüm haberini almalarının üzerinden 2 ay geçtikten sonra,Murat'ın yaklaşık 4 ay sonra yuva kuracağı Suna'yı görmeye gitti Sakız hanım.maksadı hem çeyiz niyetiyle hazırladıklarını Suna'ya vermek hem de kızı olmadığı için kızı gibi sevdiği Suna'yı görmekti.Bu sevgi daha ilk defa tanışacakları zaman gördüğünde başlamıştı.Suna, hanım hanımcık bir kızdı.
yumuşak huyluluğu ve zekasıyla etkilemişti Sakız hanımı.sohbeti hoş ve güleryüzlü Sakız hanım kendisi gibi olan gelinine ilk andan beri ısınmıştı.
Suna Murat için yıllar sonra gelen bir tür lütuftu,Sakız hanıma göre.Murat dişhekimliği stajyerliğinin son yılında çok yoğun sevmişti Özlem'i. Özlem Murat'ın hastasıydı,uzun bir tedavi süreci boyunca Murat'ın tedavisindeydi.kültürlü,güzel ve konuşkan karakteriyle Muratla iyi zaman geçirmişler,Murat içten içe bağlanmıştı Özlem'e.5 hafta boyunca her salı günü
Özlem'in tedavi günüydü.Murat ister istemez iple çekerdi Özlem'in gelişini.Özlem o yıl,mimarlık 4. sınıf öğrencisiydi.Tedavi sürecinin son gününde açılmak istemişti Murat Özlem'e ama cesaret edememişti.sadece "sık sık kontrole gel" diyebilmiş ve her gün tekrar gelir mi diye beklemişti.aradan 8 ay geçmiş ve beklediği gün gelmişti,Özlem kapıdaydı.Murat heyecanların en büyüğünü hissetmişti o an.dakikalar süren heyecanı ta ki konuşma sonunda büyük bir hüsrana dönene dek.Özlem o ay içindeki düğününün davetiyesini beraberinde getirmiş,Murat'a mutlaka gelmesini söylemişti."mutlaka geleceğim." demişti bu davete sadece Murat.onu son kez gelinliğiyle görmüş ve gözünün önünde hep öyle kalmıştı Özlem.
Sakız hanım Özlem'i Murat'ın gizlice tuttuğu defterde öğrenmişti.günlerce yemeden içmeden kesilen,doğru dürüst konuşmayan oğlunun bir sıkıntısı olduğunu anlamış ve annelik içgüdüsüyle defterini okumuştu.Murat'ı tertemiz yetiştirmişti Sakız hanım.oğlunun ne denli hassas ve güzel bir kalbi olduğunu bildiği için,yüreği parçalanmış ama bir kez daha gurur duymuştu oğluyla.
Murat son yıl biraz zorlanmış,alttan birkaç dersi kalmıştı.kalan derslerini verdikten sonra kendi muayenehanesini açmış,kısa sürede birkaç yıl içerisinde çevrede tanınmış ve sevilmişti.Güncel teknolojileri takip eden kendini yetiştiren bir gençti.katıldığı bir seminerde tanımıştı Suna'yı.henüz yeni mezun olan Suna dümdüz belinden aşağıya sarkan saçlarıyla,sakin konuşmalarıyla ilk anda içine işlemişti Murat'ın.duygularını saklamamış,kısa süre içerisinde hayatlarını birleştirme kararlarını almışlardı.Sakız hanım böylece tanımıştı Suna'yı.
Suna'nın ailesiyle beraber yaşadığı eve gitmişti çeyizlerle beraber Sakız hanım.Suna görür görmez boynuna atlamış,dakikalarca ağlamışlardı.Gideceği esnada Suna'nın annesi gizli bir yolla getirdiği tüm çeyizleri iade edip,Suna'nın bir hayatı olacağını ve bu şekilde Murat'ı hatırlatacak şeylerin ona zarar vereceğini söylemişti."Murat dirilemeyeceğine göre,hatırlaması ona her an acı verecek" demişti.Sakız hanım ilk an büyük bir hayal kırıklığı yaşamış,sonra hak vererek veda edip evden ayrılmıştı.önce oğlunu şimdi de kızını kaybetmişti.
Eşi Mahur beyle konuşmuş,küçük bir sahil kasabasına yerleşme kararı almışlardı.Mahur bey artık iyice yaşlandığı için işleriyle daha az meşgul olacak,şirketini güvenilir ellere teslim edecekti.
5 yıl kadar ikinci baharlarını yaşamışlardı Sakız hanım ve Mahur bey.oğulları Murat'ı sık sık hatırlıyor,dualarıyla sevindiriyorlardı.Mahur bey kimya mühendisiydi.bir ilaç firması kurmuş başta yöneticilik ve mühendisliğini üstlenmiş,ardından gitgide işlerini büyütüp,büyük bir şirket haline gelmişti.Sakız hanım matematik öğretmeniydi.Şehirde yoğun bir hayat sürdükleri için sahil kasabası fikri ikisine de hoş gelmişti.Sakız hanım çiçekleri çok sevdiği için bahçenin
her köşesi rengarenk çiçeklerle süslüydü.Mahur bey de sulamayı severdi Sakız hanımın çiçeklerini.
iyice gençlik yıllarında bir gün Mahur'un annesinden tarçınlı kurabiyeyi çok sevdiğini duymuştu Sakız hanım.evdeki bütün tarçınlı kurabiye tariflerini bulmuş,içine sinsin diye hepsini denemiş ve bir paket hazırlamıştı Mahur bey için.her tarçın sevmeyen insan gibi Sakız hanıma da tarçın kokusu çok büyük rahatsızlık vermesine rağmen.paketi ne yolla vereceğini şaşırmış,Mahur beyin annesinin evden gideceği vakti beklemişti.sonunda kapıya kadar gelmiş,çekinip geri dönmeyi düşünmüş en son da paketi kapıya koyarak zile basıp saklanmıştı.o an göz göze gelmekten çekinmiş ama tepkisini merak ettiği için gizlice izlemişti Mahur beyi.
Ve tarçınlı kurabiye Mahur beyi simgelemiş,günden güne ustalaşmıştı Sakız hanım.Mahur bey her tarçınlı kurabiyede ilkindekiyle aynı heyecanı aldığını söylerdi.Sakız hanım en başlarda ne kadar rahatsız olsa da tarçınlı kurabiye kokusundan,Mahur beye hiç hissettirmedi mahcup hissetmesin diye.Zamanla o da sevmişti Mahur beyin tarçınlı kurabiyelerini.tarçınlı kurabiye Mahur bey demekti ve fedakarlığın büyüğü gibi kurabiye boyutlarındaki küçücüğü bile hissettirmeden hiç yokmuş gibi davranıldığında güzeldi.günlerden bir gün Sakız hanım artık ustalaştığı tarçınlı kurabiyelerinden yapmış,Mahur bey yine aynı heyecanla yerken kurabiyelerini, bir deste zımbalı kağıt uzatmıştı Sakız hanımın eline,okumasını istemişti.Sakız hanım okumuştu,bir peri masalıydı Mahur beyin verdiği.ama son kısmı eksik olan bu masalı neden verdiğini anlayamamış ve Mahur'a sormuştu."son kısmını sen bul" demişti Mahur bey.Nerden çıktığı,kimin yazdığı hakkında soru sormamasını istemişti.
Sakız masalı çok defa araştırmış,bulamamıştı.Mahur'un yazdığından şüpheleniyordu.Öyle ya daha önce ve sonra defalarca Sakız hanımın adına şiirler yazmış,farklı farklı jestlerle şiirlerini yanına sıkıştırıp Sakız hanımı duygulandırmıştı.
Kesin Mahur bey yazmış olmalı diye düşünüyor ama bir türlü tamamlayamıyordu masalı.masaldaki karanfil seven peri kızı kendi olmalıydı.Mahur masalı Sakız hanımın tamamlamasını istiyordu.
Mahur'un vefatının 3.yıldönümünde masalı tekrar okudu.eline kalemi aldı,saatlerce titreyen elleriyle kalemi tuttu ve kağıda 3 nokta koydu.
çünkü 3 nokta masalın bitmeyeceğini fısıldıyordu.çünkü yılların sevgisinin birlikteliğinin sonsuza dek süreceğini biliyordu Sakız hanım.Sakız hanım ihtiyarlığının da son demlerini yaşıyorken ve tekrar kavuşmaya bu kadar az kalmışken en güzel sonu getirmişti masallarına;sonsuzluk.



not:5 haziran 2010da açmıştım blogumu,basit şeyler adıyla.ve muhtemelen pek sürdürmeyeceğimi,tarzım olmadığını söyleyip,istikrar dilemişim kendime.o günden beri sadık olmaya çalıştım sevgili bloguma.sevimli bir yazıyla bitirmek istedim,pek hikaye yazmışlığım da yoktur ama,özellikle blogda konusunu ve tarzını belirtip hikaye görmek isteyen,bekleyen dostum vardı,kırmak olmazdı zaten.kendimden bir şeyler eklemek istedim,Murat diş hekimi,Sakız hanım da karanfil sever oldu.:)başta farklıydı ama çok sevdiğim şarkıya uyum sağlasınlar diye değiştirdim Sakız hanım ve Mahur beyin ismini,ama sadece isim benzerliği,şarkıyla.:D geri kalan her zamanki gibi "tamamen hayal ürünü olup,kişi kurum ve kuruluşlara benzetilemez." :)
blogu açmama vesile olanlardan,tasarımında yardımcı olanlara,karalama yazılarımı okuyup güzel iltifatlarda bulunan sevgili arkadaşlarıma,düzenli takip eden blogger arkadaşlara kadar hepinize çok teşekkürler.ifade yanlışları,harf hataları ve imla bozuklukları varsa affola.basit şeyler blogum süresini bilemediğim bir süre dinlenmeye çekilecek.döndüğünde herkesi aynı yerinde,aynı dinamikliğiyle görmek ister.
ve 'Basit Şeyler' yokluğunda hayatınızdaki basit şeyleri unutmamanızı istiyor.satırlarca damla sakızından,sayfalarca yeni izlediğiniz bir diziden bahsetmemizi söylüyor.böylece Büyük Şeyler yerine,basit şeyleri harcamış olursunuz diyor.
Varsa Sakız hanım ve Mahur bey gibi sevimli hayatlarınızda mutluluğunuzun devamını,yoksa da aynısından hatta daha da fazlası temennim ile...
sevgiyle kalın.
Continue reading →
Çarşamba, Temmuz 27, 2011

dertlere deva damla sakızı

0 teşebbüs

damla sakızı dondurması mükemmel bir buluş.zaten ferahlatıcı etkisi olan damla sakızını dondurma şeklinde tüketilmesi extra ferahlık sağlıyor.iyi yapılmış yerden tüketmek gerek tabi.hem görsel olarak hem de çekince uzayan sakızlı dondurma ilk tercihlerim arasında olur benim.
İzmir ve sakız adasında yetişen ve herkesin sevdiği bir tat olmayan damla sakızını küçüklükte falım markasıyla tanıdım ben.şekerli ya da şekersiz ciklet seçeneği sunulur ve "şekerli sakız diş çürütür,aroması da yapay,çok zararlı çok" gerekçeleriyle yarı mecburi şekersiz sakızlara yönelirdim.çocukluk gözüyle zaman zaman o zararlı rengarenk boyalı sakızlar çok daha cazibeli görünüyordu ama her şey sağlık içindi.bazen boyası zararlı şekerli sakız çiğnerken eğer kimse görmezse sağlığın bozulmayacağını düşünmediğim de olmuyor değildi.zaten o zamanlar fazla seçenek bulunmuyordu.nane veya damla sakızı.ve genellikle mavi paketli damla sakızını tüketiyordum.şekersiz ciklet için nadir marka bulunuyordu ve tamamının damla sakızı seçeneği vardı.sonrasında diğer şekerli sakız markaları da kendi konseptlerine uygun olarak kullandı damla sakızını.
biraz daha sonraki yıllarda mutfakta da yaygınlaşmaya başladı.belki de hep yaygındı ama ben anca mutfakla ilgilenme çağına gelip farkediyor da olabilirim,kesin bilgiler sunamıyorum o kısım hakkında.kurabiyelerden tatlılara,yemeklerden pastalara birçok alanda kullanılıyor damla sakızı.damak tadına hitap edenler için ise vazgeçilemeyecek şekilde güzel lezzet sağlıyor.
mide rahatsızlıklarına iyi geldiği bilinir damla sakızının.mutfağın yanında tıp sektöründe de yaygın kullanım alanları mevcut.ve tabi benim için en önemli kısıma geliyorum;damla sakızı diş eti kuvvetlendiriyor,ağız kokusunu ve diş kanamalarını engelliyor ve balgam söktürücü etkisi de mevcut.ferah ve bakımlı bir ağız sunuyor.
damla sakızı ağacından kendi elinle çıkarıp çiğnemenin tadı ise bambaşka.
Continue reading →
Pazartesi, Temmuz 25, 2011

gizli anlaşma

1 teşebbüs
kardeşim ve kuzenimin kağıt üstü anlaşmalarını ele geçirdik.


yeni nesile el yazısı öğretiyorlar.okumak zor oluyor.Aynen aktarıyorum;
"Emine:bundan sonra ben Rıdvan'ın sevmediği oyunu oynamıcam.Ayrıca Rıdvan'ın sevebileceği oyunlar tasarlıyağım"
ve imzalar işte. :)
çocuk olmak ve çocuklarla yaşamak güzel şey.
Continue reading →
Cumartesi, Temmuz 23, 2011

bir iyilik yap kendine

4 teşebbüs
bitki çaylarının hayatımı ele geçirmesinin tarihçesini hatırlamaya çalışıyorum.küçüklüğümden beri özellikle nane limon,kekik,kuşburnu çaylarıyla haşır neşir yetiştim ben.siyah çaya alternatifti bu kokulu çaylar.daha çok soğuk kış günlerine aittir,beraber anılırlar.genel bir inanış var sanki,soğukalgınlığı durumunda içilince tedavi eder gibi.aslında maksat sıcak bir şeyler içip,üşüme hissinden kurtulmak.yani baktınız soğuk aldınız,üşüme hissediyorsunuz ısıtın suyu,evde yanınızda hangisi varsa atın içine için.üşüdükçe için hatta.günde kaç kere olursa olsun,istediğiniz kadar çok kere.
bitki çaylarının içi ısıtmanın yanı sıra,metabolizma artırıcı.bağırsak söktürücü hatta hormon düzenleyici gibi etkileri de var şüphesiz.son yıllarda zayıflama alanında ön vitrinde boy gösterdiler.bundan 4 5 yıl önce bir takım çaylar çıkmıştı.beşi bir yerde ismiyle prim yapan çayların biz de dahil birçok evde kendine yer bulmuşluğu var.diyetisyenlerin görüşleri bir çok madde gibi bitki çaylarının da tek başına bir işe yaramayacağı,spor ve diyetle kilo kaybı yanında mineral kaybını dengelemede yardımcı olacağı yönünde.alternatif tıpın botanik kısmı ve tıp bu noktada çelişebiliyor zaman zaman.bence yardımcı olacağına inanmak,en azında psikolojik açıdan büyük destek.
suyla çayı beraber kaynatmak toksik etki açığa çıkaracağı için,önceden kaynamış suya bitkiyi atmak daha yararlı.
benim nezdimde kuru bitkilerinin pabucu,poşet çayların yaygınlaşmasıyla dama atıldı.doğadan bu işte ipi göğüsleyen taraf.papatyasından ada çayına,zencefilinden ıhlamuruna,elmasında vanilyasına,karışım çaylarına her çeşidinden zevk alıyorum.ara ara promosyon bardak vermesi de daha bir bağlanmama sebep oluyor.en son form çaylarının yanında verdiği bardağın fikrini ise çok sevdim."kadınlar bazı şeyleri kaybetmeyi sever"sloganlı ince belli bir kupa.küçük kardeşimin bardağa bakıp bakıp "abla bu senin gibi ince belli" diyerek kendi göbeğini içeri çekerek "ben de ince belli oldum" dediği...güzel satış stratejilerini ve yeni bardağımı çok sevdim.
az önce kardeşimle kahve içerken her ikimiz de birbirimizden habersiz doğadan bardağını tercih ettiğimizi farkedip gülüştük bir süre.eski bardağı ise fazla göbekliymiş.

Continue reading →
Cuma, Temmuz 22, 2011

adını ne koydun?

4 teşebbüs



bir bebek hayata gözlerini açıyor,yepyeni bir evrene geliyor bambaşka,doğuyor yani.ve çevresindeki birkaç insan ona bir şey diyor sonrasında herkes ona o şeyle sesleniyor.
isim çok ilginç bir kavram.isim değil de ilginç olan aslında daha çok bunun genellikle ebeveynler olmak üzere başkaları tarafından seçilmesi ve geri kalan hayatın o seçimle yaşanması.çok şeyler söylenir isim konulurken çocuğa.ismin karakteri etkileyeceği bu yüzden anlamı güzel isimler seçilmesinin daha güzel olacağı mesela.ya da çocuklarının tümünün ismini benzer koyanlar,anne ve babanın koyacağı ismi ortak her ikisinin ismine benzetmeye çalışanlar,çok sevdiği birinin ki genelde bu büyükannenin,büyükbabanın,babanın askerlik arkadaşının,annenin lise arkadaşının ismi olmak üzere seçenler.bu isimler bizim yerimize seçiliyor ve biz onla yaşıyoruz,bir tür miras da denebilir.
adaş diye bir kavram var,ya da aynı isimdeki insanların birbirini yakın hissetme kuramı diyelim.mesela şey olsa,ismini koyan kişi farklı bir seçim yapsa.ismin farklı bir isim,düşünsene herşey değişecek.kendine yakın hissettiğin kişiler,alfabetik sıralı listedeki sıralaman,hatta aynı puan aldığın sırf isimden kaybettiğin sınavda öne geçebilme imkanı belki ya da daha da aşağıya iniş,seni temsil eden harfin değişmesi ve en değişiği de artık isminle seslenişin vurgusu bile farklı.
seni temsil eden harf dedim ya,bence ismin baş harfi insanı temsil eder.aslında bu küçüklükten kalma bir oyunumuzdu bizim ama bilinçaltımda ben hala "ş"yim.ş beni temsil ediyor.
yeni doğan bir çocuğa isim verebilmek çok cesaret isteyen bir şey bence.o insan muhtemelen o isimle hayat sürecek.değiştirme ihtimali de var tabi ama hayatının en alaya mahkum döneminde ilkokulda birçok lakaba maruz kalabilir senin seçtiğin isimle.o dönem öyle fenadır ki,hiç tahmin edemeyeceğin şekilde bulunabilir alay konuları.alay olmasa bile sevmeyeceği bir isim seçtiğini düşünmek bile kötü.bu yüzden ben isim seçerken geri planda kalmayı tercih edeceğim sanırım.atarlı bir şekilde gelip "ismim keşke farklı bir şey olsaydı,hiç sevmiyorum,kim koydu bu ismi bana" derse,yarı mahcup "ne varmış isminde,çok güzel,sana da çok yakışıyor" diye savunmaya geçmektense,ellerimi iki yana açıp "ben yapmadım o yaptı" demek daha eğlenceli.tabi çok sevme ihtimali de var ismi,o zaman ses çıkarmayabilirim.
şaka bir yana,gerçekten isim seçimi çok önemli bence.şiir gibi Piraye diye seslenilmek var mesela.bütün isimler güzel tabi ki ama bazı isimler daha güzel.tamamen göreceli şüphesiz bu güzellik,mühim olan sahibinin zevkini tutturabilmek.
Continue reading →
Cuma, Haziran 17, 2011

kısa günün prosedürü

2 teşebbüs

alışverişle banka kartlarıyla fazla haşır neşir bir dönemin mensuplarıyız.belli bir yaşa gelene kadar anne ek kartlarıyla yaş kemale erince de yaklaşık her bankadan kart çıkararak yaşamımızı devam ettiriyoruz.
bir alışveriş marketinde 16,99TL olan bir etiketin yanına club kartıyla 16,25TL yazılmış.ödeme esnasında club kartım olup olmadığını sordu kasiyer."yok maalesef" dedim.şimdiye dek hiçbir marketin indirim kartını alma eğilimim olmamıştı ama kasiyerin ümitsizce yüzüme bakması üzerine nasıl çıkarabileceğimi sordum.öyle ya kart çıkartmaktan hiç üşenmem.geçenlerde kullanmadığım ve nereye koymuş olabileceğim hakkında hiç fikrim olmayan bir kartım lazım oldu ve kim arayacak o kadar çantayı kütüphaneyi,kimbilir nerde diye düşünerek hemen yenisini çıkarmaya gittim.bir hafta sonra kapıma geldi,az enerjiyle halletmiş oldum."bu club kartı çıkarmak için başvurursam"diye düşündüm,"şimdi olmasa bile bir sonrakinde 75krşluk karıma geçebilirim".kasiyer yan taraftan bir zarf uzattı.
"başvuru formu mu?"
"yo hayır bu kart sizin club kartınız" dedi ve kartı okuttu.
"bu kadarcık mı?" diye afalladım.
sadece prosedürmüş.o indirimi yapacaklar da işte,maksat cüzdanda fazlalık olsun.
olur da bu club kartı da kaybedersem,öğrendim artık yenisini isteyeceğim.hem bu sefer bir hafta beklemek de yok.kasanın yanında duran prosedürcükler işte.
Continue reading →
Pazar, Haziran 12, 2011

bizim kedilerin dili Türkçe

3 teşebbüs

çocukluğumuzun bir döneminde yer almıştır mutlaka birtakım ev hayvanları veya kendimize ait sulayıp güneşine dikkat ettiğimiz saksı çiçeklerimiz.benim ilk hayvanım yaklaşık kendi boylarımda olan bir tavşandı.iki kulaklarından tutar taşırdım onu.aynı dönemde civcivlerim de oldu, kardeşimin banyo yaptırtmak amacıyla suya teker teker sokarak ölmelerine sebep olduğu.hemen ardından tavşanımı bir kedinin ağzında bulmuştum.
sonrasında kuşlar,balıklar oldu evimizde.hiçbirini tam anlamıyla sahiplenemedim.
çok çok küçükken hayvanların dilini merak ederdim.hayvanlarla ve bitkilerle konuşun,onlar sevgiden anlar cümlesiyle illa ki karşılaşmıştır herkes.ben onların dilini bilmediğime göre onların Türkçe anlaması gerekliydi.öyleyse her hayvan bulunduğu yörenin dilini anlayabiliyordu,tıpkı insanlar gibi.ben de gördüğüm bütün çiçek ve hayvanlarla konuşmaya çalışırdım;"sen ne kadar güzelsin,çok güzel kokuyorsun."
acaba derdim,farklı bir dille konuşsam da anlarlar mı? 

sokak kedisi kadının peşinden gidiyor ve kadın kediye bir şeyler söylüyordu.durup dinledim bir süre.gayet ciddiyetle "bak sen artık peşimden gelme,burada kal sen tamam mı?" gibi cümlelerle ikna etmeye çalışıyordu kediyi.cümlelerini bitirip yürümeye devam edince, kedi de peşinden gitmeye devam etti.bir kez daha durup,sağ elinin işaret parmağını hafif hafif sallayarak tekrar uyardı."gelme artık olur mu,bende sana göre bir şey yok." arkasını dönüp gitti.kedi bu kez söz dinleyip farklı yöne doğru yürüdü.
aslında algıladıkları şeyin cümleler değil,ses tonu olduğunu anladığım zamanlarda kadının bu derece sabırla uzun cümleler kullanarak kediye bir şeyler anlattığını ve bunu yaparken ses tonunu kediyi korkutacak bir tarz yerine oldukça sakin ve yumuşak kullandığını,sonuç olarak da dinletebildiğini görünce çocukluk hipotezim geldi aklıma;"demek ki bizim mahalledeki bütün kedilerin dili Türkçe."
Continue reading →
Cumartesi, Mayıs 14, 2011

kardeş doğum günü pastası

2 teşebbüs
ileriye yönelik sevimli bir hayalim var.emekliğe ayrılınca kendi kendime pastalarımı yapabileceğim bir pastahane.pasta yapmayı çok seviyorum ben ve bütün pasta işlerini kendi üstüme alıyorum.
kardeşime doğum günü pastası yapmak üzere,kek yapayım dedim.yeni bir tarif buldum kendime en çok kabaranından,biraz tarife uygun biraz karardan hazırlayıp fırına attım.üst süsleme için de bir sürü planlama yaptım aklımdan.
ve kek mükemmel bir şekilde kabarıp,yumuşacık oldu.heyecanlanıp herkesi sırayla çağırdım,"gel kekime bak" diyerek bir de çatal tutuşturdum ellerine yumuşaklık kontrolü yaptırtmak amacıyla.
gel gelelim o kek o kalıptan bir türlü çıkmadı.bir bakın ben çıkaramadım diyerek içeriye gönderdim ve kek kalıptan çıkmış ama paramparça bir şekilde geri geldi.o an yaşadığım karmaşık duyguları,"nazar değdi,nazar" nidalarıyla anlamlandırmaya çalışırken,parçaları birleştirerek pasta elde etme kararımı aldım.hem kendimi puzzle oyunu oynuyor gibi düşünebilirdim.
o parçaları yerleştirme işleminde yaşanabilecek bütün aksilikleri yaşayıp,en son da ufaklıkla beraber üst süslemeyi yapmaya çalıştık.e tabi bozuk bir tabanda ne kadar başarılı bir şekil elde edebilirdik ki.ve sonuç;


akılmdaki hiçbir şey gerçekleşemese de yine de pasta formatını kazandı gibi.neyse önemli olan dış görünüş değil,içi diyeceğim ama iç durumunu hiç karıştırmamak lazım.önemli olan tadı diyelim öyleyse.
iyi ki doğmuşsun kardeşciğim yoksa zorluklar içinde pasta yapmayı nerden bilebilirdim bir de 18i bitirdi ne zaman büyüdü bu çocuk bu kadar.
Continue reading →
Pazar, Mayıs 08, 2011

ah anneciğim vah anneciğim

2 teşebbüs
konu anne olunca kuracak fazla cümle bulamıyorum.anneme ne zaman bir yazı yazmak istesem,ortalık olmadı diyerek atılmış bir sürü kağıtla dolardı eskiden.çünkü annemi anlatmak hep yetersiz kalıyor.
yıllar önce sayfalar süren bir yazı yazmıştı annem benim için,kızıma mektup konulu bir yarışma için.derece alan yazısını başta okumamıştım,sonra getirdi bir akşam."aman da beni anlatırmış" diye gülerek başladığım mektubu yarısından sonra okuyamamıştım ağlamaktan.ve üstüne ona böyle bir mektup borçlu hissetmiştim.
zordur anneyi tarif etmek.uzun zamandır da denemedim.bir gün yazacağım ertelemesinde hala.ve bu erteleme daha uzun süre devam edecek gibi.
yazacak dokunaklı cümlelerim yok elbette.hala yanımda çünkü,acı bir hatıramız olmadı da.farkettiğim bir şeyse yanımızdakilerin kıymetini,gidenlere oranla daha az biliyoruz.büyük bir ihtimalle bir özlem anında yazacağım borçlu olduğum mektubu.
çok şey değişti ilk annemi tanıyıp,anne dediğimden beri.anne kelimesi merhameti,şefkati,sevgiyi temsil ediyor bende.müslüm gürses'ten geliyor öyleyse,biz anneden böyle gördük :)
her gece yattıktan belli bir süre sonra gelip öperdi,üzerimi örterken.ben de her gece geleceği vakti beklerdim uyanık,o geldiğinde ise uyumuş gibi yapardım,hiç kıpırdamaz,uyuyup uyumadığım sorusuna cevap vermezdim  öpsün diye.bazen elinde bir sütle gelir,uyuyup uyumadığımı sorardı.o zaman cevap verirdim geri çevirmemek için elindekini.bardağı bitirmemi bekler,üzerimi sıkıca örter ve giderdi.o gece öpücüksüz dalardım uykuya,en azından karnım tok diye avuturdum kendimi.
çok güzeldir annemin sesi.ve her sabah o sesle uyanmaya öyle alışmışım ki,alarm sesleri çok soğuk geliyor şimdilerde.que sera sera şarkısını söylerdi,bitince "bir daha" derdim yine söylerdi.orjinal halini bilmem o şarkının ben.annemden dinledim hep,başka bir sürü şarkı gibi.ve en çok ona eşlik etmeyi sevdim küçükken alttan alttan söylerdim sesim yetmediği için,şimdi ise bastırıp hatasını yakalayınca "yanlış söylüyorsun bak doğrusu böyle" diyorum.boynuz kulağı aştı deyiminin verdiği hissi ona yaşatayım diye.
mesela annesiz tek çizgili pantolon ütülemek çok zor değil mi ?
gün gelecek belki her annesinden uzaktakiler gibi yemeklerini özleyeceğim.olsun her özlediğimde gelebilirim değil mi?
ve annem öyle güzel gülüyor ki bu gülüşü her zaman hissedebileceğim değil mi?
yine çok bir şey söylemeyeceğim ama yıllar değişse,ben değişsem, herşey değişse de annemin elinin saçımda bıraktığı his hiç değişmedi.
e konu anne olunca tabi http://fizy.com/#s/1aheyr :D
Continue reading →
Cumartesi, Mayıs 07, 2011

günaydın haberleri

2 teşebbüs
bu güzel cumartesi gününde,çok erkence kalkıp blogumun bozulmuş ayarlarıyla oynadım.güzel cumartesi dedim çünkü;tam şu anda o kadar güzel kuş cıvıltısı sesleri geliyor ki,zor tutuyorum kendimi evde.evet evet doğru tahmin benim yine protez ödevimi yapmam ve haftaya olacak sınavlara çalışmam lazım,evde olmalıyım bugün yani.
bloguma yorum yapılamıyormuş,hemen sorunu gidereyim geçici olarak bu şekilde kullanayım dedim,bir de en son girdi ocak ayında yayınlanmış olunca aklımda herhangi bir konu olmamasına rağmen yazmam lazım gelir malum.
gündemler hakkında kısa kısa bir şeyler yazayım en iyisi.

mesela bu sene bahar ayı yaşanmıyor.çokca karşılaştığım yorum üzerimde kasvet var şeklinde oldu.havaların dengesiz çoğu zaman soğuk olması gerginlik yapıyormuş.lakin ben bu havaları çok severim ve durumdan hiç şikayetçi olamıyorum.hatta yazın bir bölümü de böyle gidebilir bence.ara ara gri oluyor gökyüzü,ki gri gökyüzünün bende yeri apayrıdır.bir de benim hala 30a yakın sınavım var,havalar ısınınca kim çalışacak onlara diye bencilleşedebilirim.yani gayet güzel bence bu mevsim.tadını çıkaralım.

ladin öldü dediler.büyüksün obama dedik, inandık.ladin ve saddam kavramları bilinçaltımda çok geniştir.onların en popüler dönemlerinde Türkiye'ye de sıra gelecek,biz de savaşa gireceğiz,bizi de bombalayacaklar diye korkardım ben hep.sonra da ama İzmir'in en kıyıda olduğunu, burayı bombalamayı ihmal edeceklerini,ya da bombalasalar bile tutturamayacaklarını bombanın denize düşeceğini düşünüp rahatlardım bir nebze.savaş çıksaydı cepheye silah taşırdık belki el arabalarıyla.hep hayat bilgisi dersi etkileri işte.ladin işten çıkarıldı diye bir yorum vardı,onu sevdim.bir yandan saddam'a üzüldüm ama niye o asıldı da bunu öldürüp denize attılar.saddam nerde yanlış yaptı bilemeyiz mahrem kısmını tabi.

22 ağustos var.şey düşündüm,mesela ben twitter kullanmaya başlamasaydım,bu denli yorum duymayacaktım bu konu hakkında.sanal dünyada herkes alim,filozof mu kesiliyor,yoksa sürü psikolijisi mi bilemiyorum ama ben her zaman bir konu hakkında yüzeysel bilgilerle bu kadar gürültü koparılmasını yanlış buluyorum.ilk anda okuduğum haber kaynakları ve twitterdaki yorumlar ve sonraki gün okuduğum açıklamalar çok farklıydı.ve hakaret etmek gerçekten çok ilginç.eleştiri donanım gerektiren bir olay,bir renktir.hakaret ise yapıcılığı olmayacağı kesin olan bir gerginlik.bu konuyu uzatmamak en iyisi tabi ama yasak gibi bir uygulama yerine daha farklı uygulamalar getirilse daha iyi olabilirdi.

bahçeli püskevitleri var.en başında güldüm videoya kendi kendime ama sonra kitlelere öncülük eden bir insanla dalga geçmek aykırı geldi.bu durumlarda sen onun seviyesine gel öyle dalganı geçersin diye düşünürüm,ki bir kişinin bile benimsediği bir kavramla dalga geçilmesi o kişiye saygısızlık anlamı taşıyabilir.konuşurken hassas olmak en iyisi.

seçim,oylar.siyaset farklı bir mecra.her işte işin ehli konuşurken dinlemekten zevk alıyorum.ve her kafadan çıkan ses gürültü ortamını artırıyor.siyaset yüce bir kavramdır ama tam kavranmadığı zaman ayrı gayrılıklar oluşturuyor.bu yüzden çoğu zaman siyaseti sevmediğimi duyarsınız benden.

ibrahim tatlıses öldü yazıyordu dün,içim cız etti ciddi ciddi.neyse ki asılsız.

ve gelelim en güzel gündeme.Prens William ve Kate Middleton düğünü.çok tatlı görünmüyorlar mıydı,tören de gayet şıktı.dünyanın gözünün önünde evlenmek nasıl heyecan vericidir bilemiyorum ama gelinlik çok sade ve şıktı.



Continue reading →
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Labels