Pazar, Eylül 16, 2012

farzedelim ki mektup yazdım

3 teşebbüs



bundan 3 yıl öncesi,3 yıl bir de birkaç hafta...
hazırlık sınavı öncesi gittiğim ingilizce kursunda karşılaştık. ismi kurs olan ama bir sürü güzel zamanlı bir tanışma. başlarda daha kalabalıktık, birkaç ay sonra seyrelip biz bize kaldık. ben ve sevgili dostum.
anlar paylaşmaya başladık, çoğu eforlu ve hızlı kimi durağan, şimdi onlara anılar mı demeliyim.
bir süre daha beraberiz, bir süreden sonra...
bir süreden sonrayı düşündüm işte ben. 3 yılı doldurup birlikte son yılımıza girecekken.
aslında son yanlış bir kelime, izmir bizim dostluğumuzun başladığı yer, kimbilir nereler devam ettirecek. bir sonumuz olmaz tabi, uzak olmak olur sadece ya da uzak mekanlarda olmak...
demek istediğim alışmak eylemi var ya, çok betermiş ayrıca o, burada olmana da baya alıştım ya ben, senin de daha mesafeli bir yere gitmen gerekecek vs, bu işte biraz canımı acıtmaya başlıyor olabilir. acıtmak denilen şey içerilerde bir şeyin, ki muhtemelen o kalp, bükülerek büzülerek küçücük bir hal alıp,kurşun gibi midene doğru ivmelenerek oturması gibi bir şey mi?
şimdiden öyle şeyler oluyor işte içimde, henüz gitmeden gidişini kaldırmak zorunda olacak olmak külçeleşmeye başladı bile.işin garibi, mucizelere inanacak kadar ümitli olan ben bu sefer "dur şimdiden üzülme,belki de gitmez" bile diyemiyorum. sanırım bir gerekçem yok.
bundan daha önce de gelmişti başıma mesafelerde ayrılık. o zamanlar "her ayrılık yeni bir başlangıç" cümlesini öğrenmiştim. başlarda kabullenememiş karşı çıkmıştım "başlangıç isteyen kim, ben yine senli günler istiyorum" diyerek. sonra mantıklı gelmişti, cümle açılmıştı biraz daha çünkü. bundan öncesi ve bundan sonrası, hayatımıza giren kalplerimizdeki yerleri değil de hayatımızdaki konumu değişenler... ayrılık başa gelince de işte, gel de kabul et.
tecrübe ve gözlemlerime dayanarak söyleyeyim, bir süre zaman zaman bir araya gelip, hiçbir şey değişmemiş gibi olacağız; eğlenecek, gülecek ya da duygulanacak. daha sonra işler güçler...sonrasında daha az zaman zaman bir araya gelip, hiçbir şey değişmemiş gibi davranabileceğiz.
buna da tamamım ben, çarklar böyle işliyor nihayetinde.
bir şikayetim yok sadece nasıl olacak derdi işte. yani uzun süredir alıştığım şeyler; birlikte sayısız kursa yazılıp yıl içinde yavaş yavaş eleyip yıl sonunda dımdızlak kalıyor olmak, arayıp izmire gelen her etkinliğin haberini vermen yetmezmiş gibi çevre iller yanı sıra ankara istanbul etkinliklerine de randevulaşmak, kalabalık yerlerde gülüşmek, sakin yerlerde gülüşmek, duygulanmak, üzülmek, susmak, konuşmak, çok konuşmak, müzik dinlemek, ne dinleyeceğini bilememek, dans etmek, dans öğrenmek, dans öğrenmeye çalışmak, film izlemek, film izlerken açılmamış bir koltukta 2 kişi sabaha kadar uyuyakalmak, geç saatlerde kolkola girip koşar adımlarla içinden dua ede ede eve ulaşmaya çalışmak, kitap paylaşmaktan tutup ortak dergi işine girmek, sokakta gitar çalıp etrafa insan toplamak, ilk defa keşfettiğimiz bisiklet yolunda çığlık çığlığa "burası çok güzel, çok mutluyum" diye bağırmak, tek kulaklıktan müzik dinlemek, birlikte şarkı söylemek vs iken. hatta tatil planı yapıp yapıp gerçekleştirememeye, gece yarısı sandviç yemeye kalkmaya alışmışken. demek istediğim geçerken uğramamak ya da geç kaldığımda şarjım bitene kadar aramamana nasıl alışabileceğim.

neyse ki bu yazı erken yazılmış bir yazı, bizim geçirecek bir yılımız daha var.:)

ve eşlik eden  http://fizy.com/tr#s/3pitgg
Continue reading →
Cuma, Eylül 07, 2012

bugün

1 teşebbüs



hadi gölgedeki tek masayı kapmaya çalışan çocuklar olalım!
Continue reading →
Cuma, Haziran 08, 2012

sevdiklerimi dileme haftası

0 teşebbüs
unuttum!
ben 5 haziranda sevgili bloguma yazı yazacaktım, sonra unuttum.
bu blogumu 5 haziranda açmıştım çünkü. 5 haziran 2010. hem blogumun 2.yılını da kutlayıp, bir taş 2 kuş oldu diyecektim.
çaktırmadan 5 haziran tarihi atsam şimdi de içim rahat etmeyecek. geç meç bir 5 haziran yazısı olsun. ya da 5 haziran ve ardından gelen hafta yazısı. malum mesafelerin uzaklığı, geç toparlanmalara ve dolayısıyla ardından gelen birkaç günün daha 5 haziran olarak kutlanmasına sebep oluyor.

"20den sonrası yokuştan baş aşağı düşer." yazıyordu kutlama mesajlarının birinde. çabucak geçecekmiş yani artık zaman. 20den sonrasında 1 yılı daha doldurdum zira ben. uzun yolculuklarda uyuduğumuz zaman, varış anonsu yapıldığında "vardık mı,ne çabuk geçti hiç anlamadım" der gibiydi bu yıl.muhtemelen ben bir yerlerde uyuyakaldım. rüyalar da gördüm, boynum da tutuldu, üstüm açık da kaldı... ve tabi ki yokuştan baş aşağı...

artık kazanmaya çalıştıklarımıza harcadığımız efor, kaybetmemeye çalıştıklarımıza harcanmaya dönüşüyor. tıpkı yokuşta iniş ve çıkış halimiz gibi işte.bir hayli sevdim ben bu benzetmeyi. sonra o yokuşta el ele tutuşup koşarız da.

21 yaşında geçirdiğim 3 gün ve saatler itibariyle her şey çok değişti, artık çok daha olgun ve hayata farklı bakıyorum gibi bir durum yok tabi. her şey aynı haliyle devam ediyor, işte bu sebeple geçip giden senelerin farkına varamadık dedirtiyor. eğer bir uyarı sesi gelseydi ve şimdi size bu vasıflar yükleniyor, yaşınıza uygun davranacaksınız denseydi, farkına varamadık bahanemiz de olamayacaktı. bir gong sesini bekleyip dururduk kendimizden sıkıldığımız an, değişmek için.

5 haziran ve ardından gelen günlerde,bütün mumları yüksek sesle "sevdiklerimi diliyorum!" diyerek üfledim, hep yanımda olunuz diye.:)
Continue reading →
Cuma, Mayıs 18, 2012

duraksamış an'ım

0 teşebbüs
hava yağmurlu, eve varana kadar 23 dakika yürüyeceğim.neyse ki sabahtan tedarikliyim bugün, şemsiyem yanımda. normalde şemsiye taşımam pek ben, bütün kış toplasan 10 kere anca kullanılmıştır şemsiyem. en son kullandığımda ters döndüğünü,kapatıp ıslana ıslana yürüdüğümü hatırlıyorum. şemsiyeyi açıyorum, 4 5 dakika sonra yağmur diniyor. gerçi hala ilkbahar mevsimindeyiz ama ben bu yağmurlara yaz yağmuru diyorum. yaz yağmuruna çok şarkılar, öyküler yazılmış, en güzel film sahnelerine başrollük etmiş.

yaz yağmuru düşer durur yüreğime

kısa süreli,biter bitmez berraklığını hissettiren cinsten bir arındırıcı yaz yağmuru.şimdi dindi, gökyüzü ise gri renkte. eğer güneş açsaydı ardından gökkuşağı denen tacını takacaktı, 

olsun ben gri gökyüzünü apayrı severim.

böyle deyince yadırgarlar genelde, siz de yadırgadınız mı? 

gri kasvetmiş, rengi yokmuş, solukmuş, silikmiş... mutsuz edermiş yani, yorarmış, bir bakıma bir tür cezaymış. gri gökyüzünü tanımıyorlar, tanısalardı içindeki iyi çocuğu göreceklerdi,tanısalardı aslında yumuşacık yüreğiyle karşılaşacaklardı. belki de tanısalardı, daha önceki düşüncelerinden pişman olup, gönlünü almaya çalışacaklardı. 

gri gökyüzü şiirin kağıttan doğaya yansımış hali gibi, mısraları olan, kafiyesi, hece ölçüsüyle 4x4'lük bir şiir. şiire düşkün olduğumdan da değil, edebiyatın en az ilgimi çeken kısmı çoğu zaman aslında. kalıba sokularak hafif de süsleyerek anlatılanlardansa; dümdüz, samimiyetle anlatılanlardan daha çok hoşlandığımdan belki. ya da pek de muvaffak olamayacağımı düşündüğümden... ne de olsa bir kere denemişliğim var, şiirin sonunda kadını öldürmüştüm. bir erkeğin dilinden yazmıştım nedense, şiiri onlara daha çok yakıştırdığımdan sanırım. kadının beyaz renkli elbisesine kadar her şey zihnimde belli, dönüp dururken, ben bunları cümle haline getirip, ardı ardınca yazıp, kıtalar dolusu şiir yazmaya çalışıyordum. sonra bu işin çok yorucu olduğuna karar verdim ve şiir yazmayı o gün bugündür denemeyecek kadar erteledim.

gri gökyüzü bana hazır yazılmış, materyali doğa ve 5 duyu organımdan olan bir şiir sunuyor. her zaman doğru okuyabiliyor muyum bilmiyorum ama o her seferinde üşenmeden tekrar tekrar yazıyor.

hem güneşli sarı havaların aksine daha çok kaldırıp başımı, bakabiliyorum yeryüzüne. yeryüzü, bu kadar gökyüzü anlatmışken etrafa yeryüzü seviyesinden bakıyor olmak var bir de tabi. 

neyse, ne diyorduk, yürümek alışkanlık işi. ben yürürken genelde ne tam karşıya bakarım ne de ayak ucuma doğru.yere bakarım yani. yerde olan biteni görürüm bu yüzden. yerde o kadar çok salyangoz var ki, basmamak için zikzaklar çiziyorum. yağmurdan sonra bir sürü böcek gibi salyangozlar da yollara dökülür bilirim küçüklükten. geçtiğim yollar sayısız salyangozlarla dolu. gözardı ettiğim bir ayrıntı salyangoz genelde. bana çocukluğumu hatırlatan, kabuğuna çekilmiş, deniz kabuğundan ayırt edemeyip elime almaktan çok korktuğum bir canlı. büyük salyangozu elinize alıp biraz kurcalarsanız, elde büyük dezenfeksiyonlara rağmen kolay kolay gitmeyen bir koku bırakıyor. bu canlı hep gözümden kaçmış benim, yaşadığı yer nasıldır, neler yapar, ne yer ne içer, hafızamdaki tüm bilgileri yokluyorum. ciltteki izlerin tedavisinde kullanılıyor salgısı hakkında sahip olduğum tek bilgi. gözümü çevirdiğim noktalarda salyangoza rastlıyorum. küçükleri bazı bitkilere yapışık yaşıyor. üzerine salyangoz yapışmış bir meyveyi yiyemem mesela. düşünüyorum,düşünüyorum, bu canlı hep gözümden kaçmış.

bu sırada çok sevdiğim bir şarkı çalıyor. aslında çok sevdiğim denemez henüz yeni karşılaştım. ama o kadar güzel başlıyor ki, dinlemeye doyamıyorum. girişi güzel olan şarkılar çalmaya başladığında, sanki içimde notalar var da titremeye başlıyormuş gibi hissediyorum. ne yüz ifadem ne de hareketlerimde bir değişiklik oluyor, sanki bir orkestraya içerisini göstermeyen bir kalıp geçirilmiş, o da bedenim olmuş gibi. gerçi içteki kıpırtıya orkestra demek haksızlık mı oldu biraz. o kadar güzel söylüyor ki söyleyen. ben onun yerinde olsam hiç durmadan şarkı söylerdim duyanlar mutlu olsun, hatta duyanlar hiç durmadan mutlu olsunlar diye... girişi çok güzel yapmışsa bir şarkı, aklım hep o kısımda kalır. o yüzden sözlerine dikkat edemedim hiç. nakaratını duyabiliyorum biraz;

dalgaların beşiğinde çağıran hayallere
dalarsın sevgi özleyendir
anlarsın özlem sevgidendir 

yol neredeyse bitmek üzere ve salyangozlar... düşünüyorum, hatırlamaya çalışıyorum. kapıdaki güvenlik abi "hayrola sema hanım, yorgun görünüyorsunuz"diyor. ismimi sema diye biliyor galiba ya da ben öyle anlıyorum. ama ş'yi söylemediğine eminim. "ben hep yorgunum" diyerek gülümsüyorum, o da kocaman gülüyor. 
içeride hiç salyangoz yok,gözümün önünden silikleştikçe silüeti unutmaya başlıyorum, gökyüzüne geri dönüyorum. akşamüstü, güneşin ilk doğuş vakti ve gri havalarda uçsuz bucaksız yürümek isterim. 23 dakikalık yolculuğumu birkaç dakika daha ekleyerek sonlandırıyorum.

peki ya salyangozlar?



Continue reading →
Çarşamba, Nisan 18, 2012

kıyamadığına, bir yerlerde kıyıyorlar

0 teşebbüs



selamlar.
son zamanlarda yazmak isteyip,fırsat bulamadığım bir sürü konumdan birini yazma amacıyla açtım blogu ama ani bir değişiklikle aklıma takılan bir konucuk hakkında yazmaya meylettim.
konucuk dediğime bakmayın, benim hassas noktalarımdan biri aslında. içerik olarak konucuk kalacak koskocaman konu.
çok sevdiğiniz ve gözünüzden sakındıklarınızı düşünün. bırak canının yanmasını yanma ihtimali bile aynı acıyı yaşamışa dönmemize yeter. gece uyku tutmamasından, oturup yanında ağlamaya kadar hatta başka biri tarafından bir zarar gelmişse,kırılmışsa falan kişilere bilenmeye kadar gidebilir.
mesela küçücük,minnacık kardeşim. biz onu kötü söz nedir bilmeden, vurmadan, kızmadan, kıyamadan, canımsız cicimsiz muhabbet kurmadan büyüttük, büyütmeye devam ediyoruz. özellikle kafasına asla vurmayız ki henüz 4 5 yaşında sandalyeden düşüp,"beyin hücrelerim, beyin hücrelerim öldü."diye ağlayacak kadar kafasının içindekilere düşkünüz.bunun sebebi tabi ki büyüsün de eksiltmediğimiz beyin hücreleriyle bize dahice buluşlar yapsın diye değil, olası çocukca haşaralığında vurulacaksa illa daha yumuşak dokularına vurulsun gibi bir kuralımız var. yıllar sonra geldiği için ve evdeki herkes için çok kıymetli olduğu için biz onu hiç kırmadık.
ayrıntıya inmeden senin bu gözünden sakınıp, hastalandığında kimbilir canı ne kadar yanmıştır diye gözyaşları döktüğün küçüğüne biri gelip kızıyor ve üstelik ensesine şaplağı basıyor. küçüğünüz bunu söylemiyor, sadece korktuğunu anlıyorsunuz ve sıkıştırınca gördüğü muameleyi anlatıyor. hadi kabahati olsa suçu büyük olsa bari diyeceğin bir sebepten dolayı. hakkettiyse vurcaklar tabiye de çok yakın duracağımı söyleyemem gerçi. sonuçta ben kıyamıyorsam kıyılmayacağı için, bir başkası da kıyamamalı. olaydaki diğer özneye de kızamıyorsun, kesin kendince bir sebebi vardır, en azından disiplin vermeyi planlamıştır.
sevdiklerime karşı neredeyse tamamen duygusal ve hissel yaklaşıyorum biliyorum. bir yerden sonra böyle hayat geçmez diye düşünüp sihirli bir değnek deyip değişmezsem şimdilik  hakkettiğini görsüncü değil, en iyisini görmelicilerdenim.





Continue reading →
Çarşamba, Mart 28, 2012

eski dost bahar

0 teşebbüs
bahar mevsimi.
kalın ceketleri atıp,renkli kıyafetlere geçip,elimizde dondurmayla bir sahil turu
çimenler üzerinde çerez keyfi
kalabalık ya da daha seyrek organizasyonlu geziler
ya da bir yılın meyvesini toplayacağım zamandı
belki de sımsıcak bir güneş bile yeterken hem de
bahardı işte, söylemesi bile güzel, hecelerken bile ferah
sonra bahar, yerine gelmesini hiç istemediğim bir misafir gibi, yolda olduğunu öğrendiğimde evde yokuz demek isteyip geç kalmış gibi, olmadı kapıyı hiç açmayız ümidi gibi,yitti.
belki de hiç zorlanmayı bilememişim yıllarca. bir yandan onlarca dersin vizelerinin art arda sıralandığı, ödev teslimlerinin bastırdığı, artan hava derecesiyle yorgunluğun içteki daralmaları katladığı son birkaç sene, baharı tanıyamaz,artık ona bahar demek istemez oldum. bu yıllarca sevdiğim,çiçek kokulu kuş cıvıltılı ferah anlar bahardan ayrılıp, bahara rağmen biz de varızlarını sıralayıp direnişteydi ve ben de ayıp olmasın diye yanlarındaydım sanki. oysa ne severdim en küçük zamanlarımdan itibaren bu tılsımlı kelimeyi. senenin bütün çocukları gibi senenin bütün oyunlarına baharda başlar,senenin ilk sıcağını baharda tadar,mevsimleri say dediklerinde ilk ilkbahardan başlardım. biz iki iyi dosttuk, her iki iyi dost gibi de ben ona zaman zaman hatalarından bahsederdim.ne çok sineği olduğundan, zaman zaman ne dengesiz havaya sahip olduğundan yakınırdım. o şefkatliydi, ne dersem diyeyim beni en çok o mutlu etmeyi bilirdi.en çok onu özlerdim zaten olmadığında.
her araları açılmış iki iyi dost gibi, ne kadar istenmeyen misafir konsa da yeni adına, eninde sonunda arkada kalır göz. iyi dostlar birbirini iyi hatırlamayı severler.
üstelik bu bedeni ve zihni yoğunluğun yanında bir de çok derinden kalp acıları da yaşattığı için kırgınmışım bu son yaşadığım baharlara.geleceği zaman ev içerisinde karşılaşmamak için, arka odada uyuyor numarası yapmayı planlamışım.
bu bahar önce kendime olmak üzere baharla aramızdaki buzları kıracağıma dair sözlerim var.

son olarak,hazır uzmanlık sınavı da çıkmış,neredeyse zorunlu hale gelmişken,bu yerde geçireceğim zamanlar da belirsiz ve biraz abartılı acıklı ifadeyle artan limit sonsuza doğru yol alırken,baharla eski sıkı fıkı dostluğumuza geri dönüp, şimdi yapamadığım uzun uzun anlatmayı o zaman yapacağım.:)



Continue reading →
Pazartesi, Mart 26, 2012

müzik zamanı!

2 teşebbüs

mehmet erdem'i dinlemişliğiniz var mı?
benim tanıma şarkım polis filmi soundtrackı olur ya ile olmuştu.ajda pekkan'ın olur ya'sını tanınmayacak hale getiren mehmet erdem o zamandan beri takibimdeydi. ismine çıkan şarkılar ise bu takipte bir türlü değişim,artış göstermiyor hatta sadece dizi ve film jenerik müzikleriyle sınırlı kalıyordu.neredeyse tamamı zamanında zaten bir şekilde dinlemiş, beğenmiş olduğum şarkılar yani..

leyla ile mecnun dizisini izlemeye başladığım zamanlarda ise başta tanımadan da olsa dinler dinlemez ısındığım şarkıların sonradan mehmet erdem'den olduğunu öğrenince, belliydi ama, psikolojisine bürünmüştüm. sonrasında altın portakal film festivalinde en iyi film müziği dalında ödül aldı zaten.

ara ara albümü çıktı mı acaba diye göz gezdirsem de, çok ihtimal vermiyordum. malum genelde nerede arka planda kalmış,radikal,tutulmamış bir şey varsa ben ona daha bir düşkün oluyorum, mehmet erdem de öyle kalacak, ben anca dizi dizi film film aranıp öyle dinleyeceğim diye düşünüyordum. nasıl olduysa bizimki album çıkarmaya karar vermiş ve mart ayında ilk albümünü çıkaracağını açıklamış, internette de büyük bir hayran kitlesi varmış vs.

albümü henüz bulamadım ve internette sadece çıkış şarkısı hakim bey'e ulaşabildim, diğerlerini de merakla bekliyorum.

bir de sesini, birkaç yıl öncesinde 1-2 şarkısıyla yaklaşık her pastahanede karşılaştığımız leonard cohen'a benzetiyorlarmış. onlar kadar aşina olmadığımız bir şarkısını attım, siz karar verin.



konu ile ilgili birkaç link de hazırladım;



mehmet erdem-olur ya(polis)
mehmet erdem-sevgini söyle(kalbim seni seçti)
mehmet erdem-herkes aynı hayatta(sınıf)
mehmet erdem-yalan(leyla ile mecnun)










Continue reading →
Perşembe, Mart 08, 2012

kalpteki kilitlerin nüshasız anahtarları

0 teşebbüs

kırmızı göz.
ev ahalisinin bütün sevgisini abartılı abartılı göstermekten vazgeçemediği,  biricik kıymetli bembeyaz şirinler şirini tavşanımız. ben 2-3 yaşlarındayken kedi tarafından korkutularak ölen tavşanımız sonrası kapattığımız evcil tavşan beslemeye yeni adımımız.
kırmızı göz adını kırmızı gözlerinden aldı. tüylü,4 ayaklı, üstüne üstlük bir de kemirgen olan bir varlık ne kadar sevimli olabilirse ondan çok çok daha sevimliydi kırmızı göz.
kucağına gittiğine alışıp,yayılan bir tüylü bebek.
kucaktan inmemek için iyice sırnaşan bir şımarık bebek.
işin en garipsediğim tarafı,eve geldiğinden beri tam bir odak noktası olan, bütün samimi sevgi sözcüklerini üzerine toplayan kardeşimin ona olan ilgiyi kıskanmayıp, aksine onun da her gördüğünde tatlı sesiyle "ay canım benim" diye bağırması. kırmızı gözü çok sevmiştik hepimiz, o bizim kırmızı gözümüz olmuştu.
ardından bir sürü tavşan daha geldi yanına.isimlerini yine kardeşim koydu;grilla,karagöz ve anne tavşan.grilla ve anne tavşan gri,karagöz ise bembeyaz olanlardan.kırmızı gözümüz artık yuvasını başkalarıyla da paylaşıyor, yalnızlık çekmiyordu.
kırmızı göz gibi diğerleri de havuç yemeleri gerektiğini bilmeyip yemiyorlardı, oysa tavşanların havuçla beslendiğini herkes bilir. gerçi belki cahillikten değil de tadını sevmediklerinden yemediler. otlansınlar diye kapılarını açıp bahçeye çıkarmıştık en son.kırmızı göz tek başınayken de bahçede uzun uzun dolaşır, bizi ilk karşılayan olurdu. çocukluktan kalma fobim olan kedi korkutmasına maruz kalır diye her seferinde evhamlardan evham seçerdim.anca büyüdükten sonra,kedilere kafa tuttuğunu görünce içim rahat etmeye başladı bu yuvadan ayrılışlardan.kırmızı göz çevrede biraz dolanır en son yuvasına girerdi.uysaldı.
gün bitmesine rağmen gelmediler bu sefer.bahçenin hiçbir yerine saklanmamışlardı üstelik.
kardeşim için için ağlayarak içeriye girdi.aramaya çıktıklarında anne tavşanın yolun kenarında ölü olduğunu görmüşler.yola çıkmaya kalkmış ve hamile olduğundan yaklaşan arabadan kaçamamış.yavru tavşancıkla beraber can vermişler.
sadece grilla varmış bahçede. diğer 2 beyaz tavşan kırmızı göz ve karagöz yokmuş. ortalık o kadar sessizleşti ki bir anda, sanki derin bir yalnızlığa,sessizliğe bürünmüş gibiydik.
kardeşim içli içli kayıpların arkasından ağladı, biz sustuk. 
"gözümün önünde o ağzını ileri geri hareket ettirişi."
"akıllıydı ya,keşke..."

onları sadece özgür bırakmıştık.
ben buna "bütün sevdiklerini bir odaya kilitleyip, çıkmalarına izin vermeme" arzusu diyeyim.

klinikte fissür örtücü uygulaması var.dişin çiğneyici yüzündeki oluklar çok derinse, temizleme zorluğundan ötürü çürüme riski yüksek oluyor diye derinliklerin üstünü kapatıp daha yüksek yüzeyler oluşturuyoruz. dişin fiziksel yapısını bozup,bir de kimyasal ekliyoruz; sonuçta dişi tamamen kaybetmekten kurtarmış oluyoruz.
her kayıp diş damakta kocaman boşluk bırakır.çözümü ise suni yollarla elde edilmiş, çakma bir implant ya da diğer dişlere oturtulmuş köprü. tam ya da bölümlü protez aşamasına gelen daha kocaman boşluklardan hiç bahsetmiyorum bile.

ve odayı kilitleyip, anahtarını da kaybetmeli. 

bu da kırmızı gözden kalan birkaç anıdan biri, karla oynadığı günden.

Continue reading →
Pazartesi, Şubat 13, 2012

Marilyn ile bir hafta

0 teşebbüs
Marilyn Monroe ile bir hafta geçiren bir adamın gözünden Marilyn Monroe biyografisi.

Colin Clark film setinde, kendini 3.sınıf asistan olarak betimleyen, film sonunda  neyin nesiymiş bu adam diye merak uyandıran,  Oxfort terk gerçek bir karakter. Marilyn Monroe'nun hiç kimsenin bilmediği yönlerine şahit olmuş.

zindan adası, şantaj, aşk ve kül gibi filmlerden tanıdığımız Michelle Williams, aptal sarışın Marilyn Monroe olarak, gerçeğine epey yaklaşan bir performansla rolündeydi.

"seni seven bir ailen var mı? öyleyse çok şanslısın." diyor Marilyn Monroe, film çekerken rol yapmaktan asla hoşlanmıyor, o sadece gerçeği yansıtabiliyor.

2 dalda Oscar adayı gösterilmiş film. bir de Harry Potter'ın Hermione'si Emma Watson oradaydı.
Continue reading →
Cumartesi, Şubat 11, 2012

Duyguların Rengi

0 teşebbüs


2 haftadır okumak istediğim, üzerinde kocaman New York Times en çok satanlar listesinde bir numara yazan kitabın filmi vizyona girmiş.biyografi,dram,politik, komedi türünde yapılmış Duyguların Rengi'nin filminin senaristliğini ve yönetmenliğini ismini ilk kez duyduğum Tate Taylor yapıyor.
Film beyaz ve siyah renklerin duygusundan bahsediyor, beyaz ve siyahın ayrımından, mağduriyetinden ve tüm bunların ötesinde kaynaşmışlığından.
renklere konan kurallardan ve kuralları bozan renklerin cesaretinden...
etkileyici, dramatik ve esprili bir biçimde ilerliyor film.
filmini izledikten sonra bile okumak istediğim nadir kitaplardan Duyguların Rengi. benden tavsiyeli.
Continue reading →
Cuma, Şubat 10, 2012

Artist

0 teşebbüs
İlk sesli sinema çekildiğinde, ömrünün çok uzun olmayacağı, sinemanın tamamen görsel olduğu ve sessiz olması gerektiği düşünülmüş.
Fransız yapımı Oscar adayı The Artist moda ve mimik desteğiyle o zamanlardan sahneler sunuyor bize. Çoğu yorum filmin sıkıcılığı ve sığlığı yönünde ama ben gayet keyifle izledim. 
Sesli sinemaya ilk geçişi, emektar bir sessiz sinema aktörü ve genç sesli sinema aktrisi üzerinden konu alıyor.
Konuşmanın olmadığı, siyah beyaz bir filmden mükemmel sahne beklentim yüksek değildi ama siyah beyaz sessiz sinemayı hiç bilmeyen bir nesilde merak uyandırabilecek bir yapıt olması yeterli.
Continue reading →
Cuma, Şubat 03, 2012

Amelie

2 teşebbüs

2001 Fransız yapımı romantik komedi filmi. Küçük ayrıntılarla mutluluk peşindeki bir kızın hikayesi. İsmindeki gibi muhteşem denebilecek kadar iyi bulmadım ama film renkleri çok güzel kullanılmış. sürekli aynı bu şekilde gülüyor, kocaman bakışları var Amelie'nin :)
Etkileyici cümlelerin kullanılması gerçekten iyi olmuş.
"sadece aptallar, gözyüzünü gösteren bir parmağa bakarlar" gibi.


Continue reading →
Çarşamba, Şubat 01, 2012

berlin kaplanı

0 teşebbüs

eyvah eyvah'ın da yönetmenliğini yapan hakan algül'den berlin kaplanı. başrol oyuncuları ata demirer ve tarık ünlüoğlu.
filme gireceğimiz salonun önünde bir önceki seanstakilerin çıkışını bekliyoruz, kapı açılıyor ve dışarıya çıkıyorlar. fakat bir gariplik var, gözleri dolmuş bir sürü kişinin görüntüsüne çarpan ışık kornea ve merceğimizde kırılıp retinalarımız üzerine düşüyor, çomak ve koni reseptörler tarafından algılanıyor ve beyne gidiyor vs, kimisi de nerdeyse ağlayacaktım diyor.
bu manzaraya bir hayli şaşırdık, biz ata demirer filmine gülmek için gelmiştik tabi ki, hatta sonuna kadar gülmeyi planlamıştık, neden duygulandı ki bu insanlar bu kadar. o an filmde kimin öleceğini kestirmeye çalıştık. muhtemelen espri olsun diye maç esnasında hakem ata demirer'in altında kalıp eziliyor ve ölüyor, insanlar da buna üzüldü ya da yaşlı amca mı öldü ki belki de çocuktur kıyamam yanakları da çok şeker görünüyordu diye fikirler savurmaya başladık salona girmeden önce. 
komedi filmlerine etkileyicilik amacıyla sıkıştırılan duygusal temayı gereksiz gördüğümüze karar verip, keşke yapmasalarmış diye yorumlarda bulunduk ve film başladı. 
film komedi odaklı yapılmamış aslında, konulu bir film. hatta sosyal mesaj bile vermişler. 70li yıllarda olsaydık, salondaki herkes ayağa kalkıp, bravo sevginin gücü, diye bağırıp ıslık çalabilirdi.
bitene kadar acaba ölen kim diye merak içindeydik ama sonunu söylemek gibi olmasın da ölen yoktu.:)

Continue reading →

ejderha dövmeli kız

2 teşebbüs

artık yapabildiğim kadar izlediğim filmler ardından buraya kısa kısa birkaç cümle yazmaya çalışacağım. böylelikle izlediğim filmleri de unutmamak için çözüm bulmuş oldum sanırım. :)

social network'un yönetmeni david fincher tarafından tekrar çevrilen film ejderha dövmeli kız. son 007 james bond daniel craig oyunculuğu başarılı ve film sürükleyici,  türü gerilim olmasına rağmen izleyiciyi gerim gerim germiyor. afişindeki sıkıcılık filmde yoktu.

üçlemenin hiçbir kitabını okumamıştım, filmin isveç versiyonunun da hayranı bir hayli çokmuş.

Continue reading →
Cumartesi, Ocak 28, 2012

tanyeri ağarırken verdiği sözü, şafak vakti tutamayanlar

1 teşebbüs
not: bu yazı vicdani rahatsızlıklardan biraz arınarak ve yandaki en çok oyu alan esprili yazı önderliğine yazılmıştır.



bu sefer kişisel bir problem konum, belki hayatının bir kısmında böyle bir suçluluk hissi yaşayanlar vardır da anlayabilirler beni diyerek anlatmaya geçiyorum.

suç deyince, çoğunluğun aklına geleceği gibi verdiği sözü tutmamaktan sabıkalıyım. tutmama değil de tutamama diyelim. tutamama değil de kendince olabilecek her yola başvurup, en son rota belirleyeceğini düşünüp durumla ilgisi olmayan birine saygısızlık yapmaya kadar gitme ya da. yani sonuç olarak ortada kalmış, yetim bir söz.

örnekle bundan 7 yıl kadar önce, ortaokul son sınıfta okulun son günü, kantine 25 krş borç yapıp, en üstte olan sınıftan inmek zor geldiği için çıkışta veririm diye düşünüp, çıkışta da unutup gitmişliğim var. zaman geçtikçe ödenmemiş borç, çekinceyle üzerine kalıyor insanın. şimdi gitsem, söz verdiğim kişi orada mıdır, bulabilecek miyim, oradaysa tanıyabilecek miyim, ne diyeceğim diye ertelendikçe erteleniyor, ağırlaştıkça ağırlaşıyor, borçlar, sözler...

verdiğim sözler hep aklımın köşesinde durur ,yerine getirene kadar. sürekli ikiz gibi beraber gezeriz anlamında değil de hatırlatacak şeylerle karşılaşıp dururum, her şeyle de hatırlayabilirim. genellikle aşırı söz vermemeyi seçtim ben de, cümlelerim çoğu zaman ya "söz vermeyeyim ama..." ya da "bakayım ben ona..." şeklinde kuruluyor. ama bazı zamanlar içimden o şeyi yapmak çok gelirse bangır bangır veriyorum o sözü, kesin tutmak istediğim zamanlarda. ve böyle verilmiş bir sözü tutamamışlığın verdiği, kazık atmış olma hissiyle yaşamanın zorluğunu, verdiği sözü tutamama vicdan azabı olanlar hariç hiç kimse de anlayamaz. mesela o sözün fiilini, farklı bir alanda her gerçekleştirdiğimde, sen şimdi bunu yapıyorsun ama daha verdiğin sözü bile tutamayan bir dolandırıcı oldun hiç kıymeti yok, nasıl böyle bir kazık atabildin, diye içim içimi yemeye başlıyor. o sözü tutana kadar ya da en azından tutabileceğimi bilene kadar, suçluluk duygusunu beraberimde taşıyorum, taşıyordum.

evde olmadığım şu birkaç günde bu psikolojiye sahip karakterleri araştırdım, itiraf ediyorum amacım vicdanımı rahatlatmaktı. verilen sözü tutmayan karakterlere sözü önemseyen toplumlarda daha orta çağ zamanlarında kürek cezası gibi cezalar verilmiş. kişisel anlamda genelde bunun baskısını üzerinde hissedip, bir zaman sonra tutmaya karar veren ve rahat bir nefes alabilen insanlar mevcut. tam olarak istediğim psikolojiyi yansıtan bir döküman bulamayınca biraz forum, sözlük karıştırdım. genellikle sözünü tutamayan insanlar unutkanlıkla, önemsememekle yargılanmış, böyle insanlardan uzak durmak gerekiyormuş falan, bense gerçekten hiç unutmuyorum. bu da istediğim psikoloji değil.
son olarak psikolojiden anlayanlarla paylaşmaya karar verdim.ortaya bir iki madde çıktı.
sözü verdiğin zaman sözü yerine getirebiliyor muydun, imkanın var mıydı?
şimdilik elinde olan her yolu denediğini düşünüyor musun?
yerine getirmediğinde sözü verdiğin kişiye verdiğin zarar, yaşattığın eksi vs?

ahlaken ise mümkünü yoksa üzerindeki mesuliyet kalkıyor, fiiliyattan önce niyete bakıp sözünü tutamadığın kişiyle arandaki muhabbeti suçluluk duygusuyla kaybetmemek için vicdani rahatsızlığı taşımamayı ve eğer imkanın olursa muhakkak yerine getirmeyi öneriyor.

bu yolla kazık atma hissi ve geçenlerde aklıma gelen çözüm bulma arayışımın saygısızlığa gitmesi birbirini nötrledi ve nur topu gibi tutulamayacak kategorisinde bir sözüm oldu. 
tutulmamış sözün ağırlığından kurtulmak için içten gümbür gümbür gelen söz verme hissini bastırır mıyım, hiç sanmıyorum. :)



Continue reading →
Pazar, Ocak 22, 2012

kendini kadayıf sanan pasta

2 teşebbüs
son zamanlarda en çok sevdiğim tatlı, hem akışkan hem de ağızda kıtır kıtır çiğnenen 'kendini kadayıf sanan pasta'. aslında onun ismi bu değil tabi, google'da bu ismi aratınca bir sonuç vermedi, bu dahiyane isim boşta kalmış yani, ben de müsait gördüm. onu şimdilik öyle anıyoruz.

ilk defa yediğimde hayran kalıp, hemen tarifini alıp denemiştim. o gün bugündür favorilerimden.

hem hafif, hem pratik hem de gerçekten lezzetli diye biraz daha övüp bilmeyenler için tarife geçiyorum.

ilk olarak güvenilir ve en yakın marketten tel kadayıf almamız lazım. bayat olmamasına dikkat ederek.

250 gr kadar tel kadayıfı şeker ve margarin yağıyla birkaç dakika kavurup düz bir tepsiye veya borcama, üzerine krema dökeceğimiz için boşluk bırakmayacak şekilde kadayıfın yarısını döküyoruz.

ara kreması için önce un,süt,vanilya,şeker yardımıyla muhallebi hazırlamamız lazım. karardan yaptığım için ölçüleri çok bilemiyorum ama tahminen 5-6 kaşık un, 1 litre süt, 1,5-2 su bardağı şeker, 2 paket vanilya kullanabilirsiniz. 

muhallebiyi soğuttuktan sonra, 1 paket kremşantiyi hazırlayıp, 1 paket de labne peyniriyle mikserde homojene yaklaşana kadar çırpıyoruz. ve o muhteşem akışkan şey ara kremamız oluyor.

kremayı tepside bekleyen kadayıfın üzerine döküp, en üste kadayıfların kalan yarısını kremanın üzerini tam örtecek şekilde serpiştiriyoruz. en üste de badem veya ceviz kırığı benim tercihim.

ve tabi ki, soğuk servis ediniz.:)

bir de kesinlikle yapılmaması gereken bir şey var, en üste extra kremşanti sürünce bizim kıtır kıtır tel kadayıflar yumuşacık makarna kıvamı alıyor. bugün denenip görüldü,o da farklı bir tat oluyor gerçi ama istediğimiz o değil. istediğimiz dişlerimiz kıtır kıtır kadayıfla uğraşırken dilimize akışkan kremanın teması.

blogda bir tek yemek tarifi vermemişim bu arada, o da tamamdır. :)


Continue reading →
Cuma, Ocak 13, 2012

kurtuluş son durak

0 teşebbüs

Son zamanların en büyük sorunlarından biri de kadınlara uygulanan şiddet. Ya da son zamanlarda gündeme gelen sorunlardan diyelim. Kasım ayında bir haftaya bile sahip, ‘kadına şiddete son haftası’ isimli. Birçok kişi gibi ben de böyle bir haftanın olmasını acı bulanlardanım, acı çoğu kadının bu hafta da dahil ömürlerinin önemli bir kısmında hissettiği duyu.

Şiddetin her türlüsü insani duyguların dışında olduğu kadar sağlıklı bir beynin de işi değil. Bunun temelinde birçok etken yatıyor haliyle.
Türk toplumunda kadına uygulanan şiddetin en büyük etkenlerinden biri kültürel etken. Nesillerce itaatkarlığı ön planda bulunan Türk kadınının, son yıllardaki özgürlüğe ve kişisel fikirlere hızlı adaptasyonu ve bu noktada erkeğin bu hıza ayak uyduramaması sonrası gelen geçimsizlik, şiddeti beraberinde getirdi. Kadın değişti değişmesine ama erkek hala aynı. Değişim birlikte olmadığı müddetçe uyumdan bahsedebilmek mümkün değil haliyle.

Toplumsal sebeplerin yanında, kişisel sebepler de var bu ‘sağlıksız’ ruh haline sebep olan. Tüm bu sebepler yaratıcı tarafından erkeğe emanet edilen kadına uygulanan zulme yeterli mi, sorusuna ise hiç değinmiyorum.

6 ocakta kadına şiddeti konu alan bir film vizyona girdi "Kurtuluş son durak". Yönetmenliğini Yusuf Pirhasan’ın yaptığı, başrol oyunculuğunu Belçim Bilgin, Asuman Dabak, Demet Akbağ ve Nihal Yalçının yaptığı film, kadına şiddeti abartı ve güldürü öğeleriyle ele alan, eğlenceli bir yapım olmuş. Belçim Bilgin ve ekibi şiddete karşı bir ekip olma yolunda değişik olaylara karışırken, yapımcıların verdiği ince nüanslar, içinde bulunduğumuz bol miktarda yaşlı ve orta yaşlı bayanı içeren salona şen şakrak dakikalar yaşattı.
Baş ve yan roldeki oyuncuların başarısının yanında müzik ve görüntü kalitesini başarılı buldum. Senaryo orjinalliğinden ziyade, olağan ve sıkça karşılaşılan şiddetin çeşitlerini, kadın oyunculara uygulanması tercih edilmiş. Şiddet sahibi erkeklere verilen ceza konusunda ise, filmin stratejisi gereği abartılı yapılmış tabi. “Unutmayın hanımlar, yalnız değiliz” cümlesi filmde çok yerde geçiyor. Yalnız olmayan bu hanımlar, birbirlerine her türlü desteği veriyor vermesine de, yapımcı, desteğe bu denli ihtiyaç duyduklarında bile zaman zaman bir araya gelen kadınları kavgaya tutuşturarak ironiye de yer veriyor. Dayanışma olarak mor yerine pembe fularlar kullanılmış.
Filmin geçtiği Kurtuluş son duraktaki Saadet apartmanında mutlu bir insan yaşatmamış yapımcı, zaman zaman kuruluşlara da göndermede bulunmuş. Eylem Soyluer ismiyle, şiddete direniş kahramanını ölümsüzleştiriyor. Ve kadının sahip olduğu en büyük güç olan rol ve ikna kabiliyeti de kullanılmış.
Bir süre şiddeti çözümlemenin yöntemini erkek neslini ortadan kaldırmak olarak hissettirse de sinemada gülmeyi isteyenlere tavsiye edebileceğim bir film.
Şimdiden iyi seyirler.

Continue reading →
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Labels